İstibdadın Metastazı

İki yıl süren OHAL idaresinden sonra onun yerine ikame edilen, yeni Terörle Mücadele Yasası; “Eski hal muhal. Ya OHAL ya izmihlal” dedirten türden bir düzenleme. Adeta yeni rejim 15 Temmuz Rejiminin varlığı OHAL’e bağımlı hale gelmiş. OHAL etkisini kalıcı hale getiren düzenlemeler kaldırıldığı gün, rejim de tepe taklak yıkılacak gibi duruyor.

Yeni Terörle Mücadele Yasası’nın önemli bir özelliği ise vali ve askerlerin süper yetkilerle donatılmasıdır. Mesela; valilere şehirdeki herhangi bir toplantıyı erteleme veya yasaklama yetkisinin verilmesi ve gecikmesinde sakınca bulunan hallerde askeri birlik komutanının yazılı emri ile kişilerin üstü, araçları, özel evrakları ve eşyasının aranabilecek olması Anayasa’nın kuvvetler ayrılığı ilkesine ters düşmektedir.

Ayrıca askerlerin görevli olduğu mahallerde, yargı kararı olmaksızın arama yapma yetkisine sahip olmaları, Anayasa’nın teminatı altında olan temel hak ve hürriyetler ile özel hayatın gizliliğinin ihlal edilebileceğini değerlendiriyorum.

Her valinin süper yetkilerle donatılmasını ve doğrudan Cumhurbaşkanı’na bağlı, onu temsil ve sadece ona karşı sorumlu hale gelmesini, merkezdeki otoriter yaklaşımın taşradaki idarecilere de aktarılması şeklinde yorumluyorum.

Bu durum, her yerde daha fazla Erdoğan demektir. Artık her vilayette Erdoğan’dan daha çok Erdoğancı, (bunu kraldan çok kralcı diye okuyabiliriz) idareciler olacaktır. Bu durum, istibdadın helezonlar halinde toplumun bütün kademelerine yayılmasına sebep olacaktır. Buna kısaca istibdadın metastazı diyebiliriz.

Evet, istibdat patolojik bir ruh halinin ürünüdür. İstibdadı doğuran sebeplerin çoğu psikolojiktir. Bu psikolojik sebeplerin başında kendini güvende hissetmeme, aşırı kuşkuculuk ve gelecek endişesi gelir.

II. Abdülhamit döneminde istibdadı doğuran sebepler de bunlara benzemektedir. Tarihçilerin üzerinde ittifak ettikleri gibi Sultan Hamit on bir yaşında annesini kaybettiği ve babası da kendisine soğuk davrandığı için, içe kapanık ve duygularını belli etmeyen bir kişiliğe sahipti. Çünkü o hem anne şefkatinden hem de baba sevgisinden mahrum olarak büyümüştü.

Abdülhamit, asker ve sivil bürokrasinin darbe ile Sultan Abdülaziz ve Sultan V. Murat’ı tahttan indirdiklerine şahit olduğundan, devlet adamlarına ve saray ahalisine karşı aşırı kuşkucu idi. Verdikleri fetvalarla darbeleri meşrulaştıran ûlemaya karşı da aynı duyguları besliyordu. Kendisinin de bir gün bir darbe ile devrileceğinden korkuyor ve kendini asla güvende hissetmiyor ve kimseye güvenmiyordu.

Bundan dolayı Sultan Hamit; kendi hayatını, makamını ve geleceğini emniyete alacak tedbirler aramaya başladı. Bir hafiye teşkilatı kurarak geniş istihbarat çalışmaları yürüttü. Devlet adamları dahil herkesi takip ettirdi. Borç para ile de olsa Yıldız Sarayı’nı yaptırdı ve orada yeni bir kadro ile yeni idare tarzı tanzim etti. Kendi güvenliği ve bekasını devletin güvenliği ve bekası gibi algıladı, öyle takdim etti ve ona göre tedbirler geliştirdi.

93 Harbi yenilgisi münasebeti ile düzenlenen toplantıda, şahsına yapılan eleştirilere öfkelenen II. Abdülhamit; “Ben artık Sultan Mahmut’un izinde gitmeye mecbur olacağım” diyerek istibdat idaresinde karar kıldı. Oysa yıkılış döneminde ortaya çıkan hemen hemen bütün sorunların kaynağı II. Mahmut’un kurduğu istibdat rejimi idi. Yıkılışı hazırlayan tedbirlere, kurtuluş diye sarılmak, patolojik bir ruh hali değil de nedir?

Sultan Hamit, İstanbul’da otoritesini tahkim ettikten sonra taşraya yöneldi. Taşrada otoritesini tahkim etmek amacı ile yerel müstebitler olan aşiret ağaları ve tarikat şeyhleri ile temasa geçti. Her ne kadar görünür sebep, devletin bekasını sağlamak olsa da aslında Osmanlı Devleti’ni tamamen yıkacak yolun taşları diziliyordu.

Nasıl mı?

Devlet soyut bir teşkilattır. Ruhu kanunlardır. Halk adına idare edenler tıpkı idare edilen halk gibi aynı kanunlara tabidirler. Kimse devlet değildir ve “ben devletim” de diyemez. Dolayısı ile soyut olan devlet gözle görülmez, elle tutulmaz.

Devlet her yerdedir ama hiç kimse onun sesini işitmez. Çünkü sesi de yoktur. Gözle görülmeyen, elle tutulmayan ve sesi işitilmeyen devleti yıkacak maddi bir güç de yoktur. Devletin dostları da düşmanları da sadece soyut devletin neticesini görür. O neticeler ise adalet, meşveret, hürriyet, refah ve huzurdur.

Devlet soyut olmaktan çıkıp somut hale gelince yıkılmaya başlamış demektir. Çünkü somut bir varlığa dokunabilir ve ona zarar verebilirsiniz. Devletin somutlaşması kanunların rafa kalması ve kanunlar yerine, onları rafa kaldıran şahsiyetlerin iradelerinin hâkim olması ile olur.

Ortalıkta “ben devletim” diyen insanları görmeye başlarsınız. O kişiler normal fanilerin tabi olduğu kanunlara ve hukuka tabi olmazlar. Hukuk dışına çıkma yetkileri vardır ve bu yetkilerini kullanmaya başlarlar. Böylece soyut düzen devlet yıkılmış ve onun yerine bir kişinin iradesi ile ona bağlı diğer kişilerin iradeleri halk üzerinde egemen olmuşlardır.

Sultan Hamit, Ermeni ve Rus tehlikesine karşı devletin bekasını temin etmek amacı ile taşrada Kürt ve Arap Aşiretlerinden “Hamidiye Alayları” adında bir askeri düzen kurdu. Hazindir ki Sultan Hamit de tıpkı dedesi II. Mahmut gibi istibdat ile işe vaziyet ediyordu. İlleti ilaç diye veriyordu. Halbuki Doğudaki sosyal düzeni bozan Sultan Mahmut’un kendisinden başkası değildi.

Hamidiye Alayları doğrudan padişaha ve başında Abdülhamit’in bir akrabası olan IV. Ordu Komutanı Müşir Zeki Paşa’ya bağlı idi. Kuruldukları yerlerde mevcut olan askeri ve mülki idarecilerin bu kuvvetlere herhangi bir şekilde müdahale etme yetkileri yoktu. Ayrıca suç işlediklerinde yerel mahkemelerde yargılanmayacaklardı. Yerel yöneticilerin bunlara hesap sorma yetkileri de yoktu.

Hukukun dışında tutulan Hamidiye Alayları artık devletin somut bir tezahürüne dönüşmüşlerdi. Artık “Devlet” Abdülhamit idi. Onlar da bulundukları yerler de birer gecekondu devlet olmuşlardı. Devlet iyice somutlaşmıştı. Eşkıyalığın ve zulümlerin haddi hesabı yoktu. Mesela Miran Aşireti Reisi Mustafa Paşa, Padişahı ziyaret etmiş paşalık unvanı alarak kendi askeri birliğini kurmuştu.

Artık tarih kitapları Miran Mustafa Paşa’nın zulümlerini yazmakla meşgul idi. Cinayetler, gasplar ve tecavüzler başını alıp yürümüştü. Üstelik ona müdahale edebilecek ne bir kurum ve ne bir kişi vardı. Arşivlerde bununla ilgili hayli belge mevcuttur. Binaenaleyh Mustafa Paşa istisnai bir örnek de değildi.

Sultan Hamit’in kurduğu düzen sadece Hamidiye Alayları’ndan oluşmuyordu. O, Halife unvanını da kullanarak tarikat şeyhleri ile temasa geçecekti. Evet o, şeyhleri sarayında ağırladı ve değerli hediyeler verdi. Onların güç toplamalarına ve bölgede otorite temin etmelerine müsaade etti. Böylece Hamidiye paşalarının zulmüne ek olarak, şeyhler de fakir ve cahil halka musallat olmuş ve onları soymakla meşgul idiler. Hepsi olmasa da böyle olanların sayısı azımsanmayacak oranda idi.

Tarih, hukuk dışında ve/veya üstünde istihdam edilen kişilerin insani bir düzen kurduklarına tanıklık etmez. İstibdadın daha şiddetli bir istibdat doğurduğunu ve bunun da var olan devleti/düzeni yıktığını anlatır.

II. Abdülhamit’i deviren İttihatçılar, tıpkı selefleri gibi “hürriyet” vadetmişlerdi. Vadetmekle kalmayıp “hürriyet” ilanı da yapmışlardı. Ama iktidarı ele geçirince Sultan Hamit’ten daha fazla müstebit davranmışlardı. Aslında ister istemez böyle davranmak zorunda kalmışlardı. Metastaza maruz kalmış bir hastayı yoğun bakıma alır gibi, yoğun bir istibdat dönemi başlatmışlardı. Ama yoğun bakım dahi hastayı kurtarmaya yetmemiş ve 100 yıllık bir istibdadın neticesinde 600 yıllık bir devlet yıkılıp gitmiştir.

Erdoğan’ın yeni terör yasası ile devletin alt kademelerine yaydığı istibdat, halkın hiçbir sorununa çözüm olmayacaktır. Ne güvenlik sorunu ne de ekonomik sorunlar ve ne de diğer sorunlar çözülecektir. II. Abdülhamit ve İttihatçılar, kucaklarında bir enkaz bulduklarından, istibdadı tercih etmek zorunda kalmış olabilirler. Ama Erdoğan, 15 yıllık iktidarının neticesinde enkaza çevirdiği devleti, istibdat ile idare etmeyi tercih etmektedir. Aradaki en önemli fark budur.

Terör ile mücadele yasası kabul edildi ve yürürlüğe girdi. Böylece kendini hukuk dışında ve/veya üstünde gören MİT mensubu, Vali ve Komutanlar gibi bazı kamu görevlilerinin vehim ve şüphelerinden kaynaklanan kamu hukukuna aykırı eylemlerinin ortaya çıkması beklenmelidir. Böylece masum insanların zarar görmesi kaçınılmaz hale gelecek ve asayiş daha da bozulacaktır. Bu durum baskının daha da artmasına sebep olacaktır.

Temenni edilmez ama bir müddet sonra, bu yasanın da yeterli olmadığı görülecek ve daha şiddetli bir idarenin, kuvvetle muhtemeldir ki, tam bir askeri idarenin ya da tam bir seferberlik halinin bütün memleket sathında hayata geçmesi kaçınılmaz hale gelecektir. Memleket bir kez daha yoğun bakıma alınmak zorunda bırakılacaktır.



About Me

Ali Agcakulu is an academic, author, and columnist. After he graduated from the Graduate School of Social Sciences at the Yildiz Technical University in 2016, he worked as a Postdoctoral research fellow at The Catholic University of America. He published two books; “The Brief History of Kurdish Nationalism” and “Said Nursi’s Political Theory or The Reform of Islamic Political Thought”. As a journalist, he was a columnist with Rota Haber and Ocak Medya news websites between 2015-2019. He also has many academic and semi-academic articles published in various magazines and newspapers. He is currently a columnist with the Ahval News website. His expertise is on the history and philosophy of Turkey’s relationships between religion and politics.

Haber bülteni

%d blogcu bunu beğendi: