Türk ordusunun darbe merakı Cumhuriyet tarihinden daha eskidir. Osmanlı Devleti’nde askeri ayaklanmalar Fatih Sultan Mehmet döneminde (1446) başlar ve devletin yıkılışına kadar devam eder. Bu süre zarfında III. Selim ve II. Abdülhamit gibi kudretli padişahlar dahil toplam on bir padişah darbe ile devrilmiştir.
Osmanlı devlet bürokrasisinde geleneksel olarak üç “sınıf” vardır. İlim adamları (medrese hocaları, müftüler ve yargıçlar) “ilmiye”, saray bürokratları “kalemiye” ve askerler “seyfiye” sınıfını oluştururlardı. Bir yönüyle devlet bu üçlü sac ayağı üzerinde dururdu. Babadan oğula geçen padişahlığın en büyük handikaplarından biri de ehliyetsiz ve yetersiz bir veliahtın padişah yani devlet başbakanı olma ihtimaliydi. Gerileme döneminden itibaren yetersiz padişahların varlığını herkes kabul eder. Devletin bekasının tehlikeye düştüğü böyle durumlarda genellikle ilmiye ve seyfiye elele vererek darbeler organize etmiş ve yetersiz padişahları tahttan indirmiş ve yerine yetkin olduğuna kanaat getirdikleri ve/veya anlaşabileceklerini düşündükleri hanedan mensubu başka birini tahta çıkarmışlardır. Eğer darbe padişaha karşı yapılıyorsa, darbenin organizatörleri mutlaka Şeyhülislam’ın fetvasını alıp, harekete geçerlerdi.
Darbelerde ulema sınıfının etkin bir rol üstlenmelerinden dolayı tahta yeni çıkarılan padişahlar, bu sınıfa şüphe ile bakmış ve bazı tedbirler almaya almışlardır. Mesela bir darbe neticesi tahta çıkan II. Mahmut, Yeniçeri Ocağı’nı lağvederken Bektaşi tarikatını da yasaklamış ve hızlı bir sekülerleşme hamlesi gerçekleştirmiştir. Benzer bir uygulamayı II. Abdülhamit de yapmıştır. O da bir darbe neticesi tahta çıktığından, kendisini tahta çıkaranlardan intikam almanın yollarını araştırmıştır. İlmiye sınıfını darbeden sorumlu gördüğünden medreseleri çürümeye terketmiş ve Batı tarzı seküler eğitim kurumlarına ağırlık vermişlerdir. Gerçi aldığı bu tedbirler günün sonunda, padişahın hal’ edilmesi için yeni bir fetvanın gerekçeleri olmuştur.
Artık bir teşebbüs olmadığı aşikar 15 Temmuz Darbesi’nin ikisi asker, üçü din adamı beş bilenen öznesi vardır: Hulusi Akar ve Hakan Fidan askerdi, Mehmet Görmez, Muaz el-Hatip ve Adil Öksüz ise din adamı. 15 Temmuz Darbesi’ni, Cumhuriyet tarihindeki diğer darbelerden ayıran en önemli özeliği, din adamlarının ve özellikle Diyanet teşkilatının darbede aktif rol oynamasıdır.
Türkiye’de 1960, 1972, 1980 ve 1997 yıllarında askeri darbeler oldu. Talat Aydemir’in darbe teşebbüslerini ve 27 Nisan Muhtırası’nı da bu listeye dahil edebiliriz. 15 Temmuz hariç diğer darbelerde din adamlarının herhangi bir rolünden veya etkisinden bahsedilmez.
Din adamlarının darbedeki rollerinden dolayı 15 Temmuz Darbesi Osmanlı Devleti’nde gerçekleşen darbelere benzemektedir. Darbe öncesinde alınmış bir fetva var mıdır, henüz bilmiyoruz. Ama Diyanet’in darbe öncesindeki söyleminden ve AKP’ye yakın din adamlarının beyanlarından böyle bir darbe için, en azından, psikolojik hazırlık yapıldığından bahsedebiliriz.
15 Temmuz’da dönemin Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, o gece Suriye’deki muhalif grupların liderlerinden ve Emeviye Camii’nin eski imamı Muaz el-Hatip ile MİT’de bir toplantı tertip edildiğini ifade ediyor. Üstelik konu; “Bingöl’den 10 kişinin İŞİD’e katılmasına sebep olan ayet ve hadislerin yorumları.” İki akademisyenin herhangi bir mekanda müzakere edebileceği bu konuya MİT Müsteşarı neden katılsın? Hem de darbe gecesi. MİT Müsteşarı’nın o günkü trafiği göz önüne alındığında böyle akademik bir konuya zaman ayırabilmesine, pek inanamıyor insan. Böyle akademik bir konu için neden başka bir yer değil de, MİT binası? Üstelik bir kaç dakika sonra bombalar patlamaya başlayacak.
İlginç olmanın ötesinde saçma ve gülünç bir senaryo. Görmez herkesin aklı ile dalga geçmeyi tercih ediyor. Besbelli ki gün boyu düzenlenen “darbe hazırlık toplantıları”ndan bir tanesine de, iki din adamı Mehmet Görmez ve Muaz el-Hatip de katılmış. Üstelik vazife paylaşımlarında üzerlerine düşeni bihakkın yerine getirmişler. Köprüde Mehmetçik avının başlaması ile beraber halkı galeyana getirmek için sela emri verdiğini ifade ediyor, Görmez. Böylece bir iç çatışmanın fitili minarelerden ateşlenmiş oluyor. Mehmet Görmez’in vazifesini anlattı ama Muaz el-Hatip’in hangi operasyonu organize ettiği henüz açıklanmadı. Bazı kaynakların ifade ettiği gibi köprüde Mehmetçik’i hunharca katleden Suriyeli eşkiyaları o mu organize etmişti? Cevabı aranan önemli bir sorudur bu.
AKP iktidarının sürdürebilirliğini sağlamak için, siyasi bir araca dönüştürülen kurumlardan biri de Diyanet İşleri Başkanlığı’dır (DİB). 2010 yılından yapılan yasal düzenlemeler ile DİB yeni ve farklı bir hüviyet kazanmıştı. Bu düzenlemeden evvel Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına din hizmeti vermeye yoğunlaşan teşkilat, artık bütün dünyaya açılmış ve din hizmetlerini de aşan görev ve yetkilere sahip olmuştu. 2010 yılında çıkarılan yeni yasada Din İşleri Yüksek Kurulu’nun bazı görevleri şöyle tanımlanmaktadır:
“…
- c)Yurt içinde ve yurt dışında İslam dinine mensup farklı dinî yorum çevrelerini, dinî-sosyal teşekkülleri ve geleneksel dinî-kültürel oluşumları incelemek, değerlendirmek, bu konularda ilmî ve istişari toplantılar, konferanslar düzenlemek ve çalışmalar
ç) Yurt içinde ve yurt dışında İslam dini ile ilgili gelişmeleri, dinî, ilmî faaliyetleri, neşriyatı ve dinî propaganda mahiyetindeki çalışmaları takip etmek, bunları değerlendirmek ve sonucu Başkanlığa sunmak.
- d) Başkanlıkça incelenmek üzere havale edilen basılı, sesli ve görüntülü eserleri dini bakımdan inceleyerek yayınlanıp yayınlanamayacağına karar
…”
Yasa’da açık bir şekilde yazıldığı gibi DİB artık sadece yurt içinde dini hizmetler veren bir kurum değildi. Yurt içinde ve yurt dışındaki bütün cemaat, tarikat, hareket ve oluşumları incelemek, takip etmek, temasa geçmek, yönlendirmek ve onlar üzerinde yapılabilecek operasyonlara zemin hazırlamak gibi görevler verilmiş kuruma.
Meselenin yurt içine bakan kısmı; devletin benimsediği resmî din, mezhep ve yorumun yaygınlaşmasını sağlamak ve bunun dışındaki cemaat, tarikat ve hareketleri kontrol altına almak. Eğer kontrol altına alınması mümkün değilse onlarla mücadele etmek. Gerçekten de bu tarihten sonra meydan gelen gelişmelere bakıldığında bunun büyük oranda gerçekleştiği görülecektir. Seçim dönemlerinde neredeyse bütün tarikat, cemaat ve dini hareketler Erdoğan ve AKP’ye destek açıklamalarında bulunmuşlardı. Ayrıca DİB, devletin kontrolünü benimsemeyen Nurculuk ve Gülen Hareketi gibi hareketler ile mücadeleyi kendine görev edinmiştir.
Aslında yurtdışında yapılan çalışmaların bir kısmı hayli sorunludur. DİB’in başka bir ülkenin vatandaşları olan dini yorumları takip etmesi, onlarla temasa geçip onları yönlendirmesi uluslarası hukuk açısından sorunludur ve bazısı casusluk kapsamına girer. Nitekim Avrupa’daki bir çok din adamı casusluk soruşturmalarına maruz kalmıştır. Meselenin daha da vahimi Muaz el-Hatip örneğinde olduğun gibi, temasa geçilen bazı kişi ve grupların terör eylemi içinde bulunma ihtimali vardır. Bu ihtimal, Türkiye Cumhuriyeti’ni ileride çok büyük sıkıntılara sokma potansiyelini haizdir.
2018 yılında yapılan düzenleme ile DİB’e bir çeşit yargısal görev de verilmiştir. Daha evvel “sulh hukuk mahkemeleri” tarafından verilen bazı yayınların durdurulması görevi doğrudan DİB’e verilmiştir. Yeni düzenleme şöyledir:
“(Ek fıkra: 2/7/2018 – KHK/703/141 md.) Beşinci fıkranın (h) bendine göre yapılacak inceleme sonunda İslam Dininin temel nitelikleri açısından sakıncalı olduğu Kurul tarafından tespit edilen meallerin, Başkanlığın yetkili ve görevli mercie müracaatı üzerine basım ve yayımının durdurulmasına, dağıtılmış olanların toplatılmasına ve imha edilmesine karar verilir. Yayının internet ortamında yapılması halinde, Başkanlığın müracaatı üzerine, yetkili ve görevli merci bu yayınla ilgili olarak erişimin engellenmesine karar verir. Bu kararın bir örneği gereği yapılmak üzere Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu Başkanlığına gönderilir…”
Gayet masum gözüken bu düzenlemenin tehlikesi şudur: DİB’in beğenmediği kişi ve kurumların yaptığı Kur’an tercümeleri, içeriği doğru olsa bile, bunların yayınına engel olma yetkisi DİB’e veriliyor. Böylece resmî din anlayışını aşan yorumların önüne geçilmiş oluyor. Bir de bağımsız mahkemelerin bir yetkisi, sessiz sedasız, DİB’e aktarılmış oluyor. İlgili kanunun tamamının bir hukukçu tarafından incelenmesi ile sorunlu bir çok düzenlenmenin varlığı ortaya çıkarılacaktır.
DİB, 15 Temmuz darbe gecesindeki çalışmaları ile halkı sokağa dökmeye teşebbüs etmişti. Anlaşılan DİB, iktidar ile el ele verip bütün bir milletin kaderine hükmetmek hırsına kapılmıştır. Emellerini gerçekleştirmenin yolunun toplumu parçalamaktalan geçtiğini bilen DİB, dirileri ayrıştırmakla kalmamış, ölüleri de ayrıştırarak toplumsal parçalanmanın derinleşmesi için çalışmalarına hız vermiş durumdadır. Halbuki DİB toplumun bütününü temsil etmemektedir. Haziran 2017’de MAK Danışmanlık Şirketi’nin yaptığı kamuoyu araştırmasına göre; 5 vakit namaz kılanların oranı %22 iken, Cuma namazı kılanların oranı %26. Haklın ancak dörtte birine hitap eden bir kurumun 80 milyonun kaderi üzerinde söz sahibi olmaya çalışması ve bu yönde çalışmalar yürütmesi ne kadar makuldür, sizin takdirimize bırakıyorum.
Savaş zamanlarında dahi mabedler bütün insanlar için doğal bir sığınak iken, darbedeki rollerinden dolayı Türk camileri birer güven ve emniyet ortamı olmaktan çıkmıştır. Herhangi bir karmaşada camiye sığınacak kişilerin can güvenliklerinin daha da tehlikeye gireceği aşikardır. En azından Diyanet’in söylemi bu yöndedir. Diyanet camiasının itibar kaybı, insanların Tevhit inancından uzaklaşıp Deizm inancına yönelmesine sebep olmuştur.
Türkiye’de yeni bir darbe ihtimali var mıdır? Olduğunu, iktidar mensupları sık sık ifade etmektedirler. İstenmez ama böyle bir teşebbüs olduğunda devlet, imamların can güvenliğini sağlayacak tedbirleri mutlaka almalıdır. Çünkü müftü ve imamlar doğal hedef haline gelmişlerdir.
Gelelim bir değer din adamı Adil Öksüz’ün durumuna. Onun da diğer din adamları gibi MİT ile çalıştığı yazıldı ve söylendi. Gebe kadınların, ev hanımlarının, emzikli bebelerin ve 80’lik dedelerin tutuklandığı bir ortamda, çatışmaların merkezinde yakalandığı halde, iktidar mensuplarının tavassutu ile serbest bırakıldığı kayıtlara giren Adil Öksüz’ün görevinin, kınalı kekliklerin eşkiyanın önüne atılmasını sağlamak olduğu anlaşılıyor. Gerçekten temas halinde olduğu herkesin hayatını karartan bir kişidir, Adil Öksüz. Bir sivili kışlaya kim davet etmişti? Davet en tepeden olmasaydı, onun gibi bir sivilin kışlaya girmesi mümkün müdür? Belki de sivil değildi. Kim bilir?
Pekala bazı TSK mensupları, neden bir din adamının peşinden gitme ihtiyacı duymuşlardı. Evvela TSK’nın eğitim sistemini sorgulaması gerekiyor. Malum son derece katı bir laik eğitim alıyorlar ve herhangi bir din eğitimi almıyorlardı. Onlar da bu boşluğu farklı şekilde doldurmaya çalışıyorlar anlaşılan. Halbuki İslamiyeti doğru öğrenmiş olsalardı, kurmay aklına sahip insanlar, herhangi bir tarikatın veya cemaatin etkisine girmezlerdi, diye düşünüyorum. TSK’nın bu durumu doğru tahlil edeceğini, umarım.