“Benim Nazik Karındaşım Fahirem!
Hazret-i Muhammed’in güzel sözlerinden biri de ‘Beşikten mezara kadar ilmi talep ediniz’ kelam-ı hikmetidir. Halbuki bu büyük nasihati o bizim kahrolacak cahil imamlar, softalar: ‘İlimden murat Kur’an, ilmihal okumaktır’ diye tağyir ettiklerinden vaktiyle yani Hazret-i Muhammed zamanında ve biraz sonra Araplar beyninde hendese (geometri), cebir, hey’et (astronomi) coğrafya, tıp gibi fenlerde mahir birçok meşhur âlimler yetişmişken bin sene sonra Ümmet-i Muhammed üç buçuk kuruşluk alış verişin hesabını bakkal Yorgi’nin çırağına yaptırma derecelerine tenezzül etti, çünkü o garp âlimlerinin fenne dair yazdıkları birçok kitapları kimse eline almadı. İlim -yukarıda dediğim gibi- mızraklı ilmihaldir denildi. Lânet olsun, ilmihallerinin mızrağı … girsin.
Ben kadın olsaydım, dinsizliği ihtiyar eder, İslam olmasını istemezdim. Üzerime üç karı ve istediği kadar odalıklar (cariye) almasına izin veren kocama, cennette huriler hazırlayan, başımı, yüzümü dolap beygiri gibi örttürdükten maada, beni her bir eğlenceden men eden kocamı boşayamamak, döğerse sesimi çıkarmamak gibi daima erkeklere hayırlı, kadınlara muzır kanunlar vazeden bir din, benden uzak olsun derdim…”
Bu mektubu, Ahmed Rıza 27 Aralık 1885’te Paris’ten kız kardeşi Fahire’ye yazmıştır. Yazarımız Sayın Gökhan Bacık’ın, “Gerçek İslam’ın tam ortasından geçiyoruz” makalesi, Jön Türk liderlerinden Ahmet Rıza’nın yukarıdaki mektubunu hatırlattı.
Ahmet Rıza bu mektup üzerinden Osmanlı toplumunun ilmihal bilgilerine dayalı yerleşik din anlayışını eleştiriyordu. Tıpkı, Gökhan Hocamızın yaptığı gibi.
Ahmet Rıza isabetli bir tahlilde bulunarak, toplumdaki dejenerasyonu bilimden uzaklaşmaya bağlamıştır. Gerçekten, bilimden uzaklaşma beraberinde birçok sahada olduğu gibi, sosyal hayatta da çürümeyi getirmiştir. Çürüme de doğal olarak karşı tepkileri.
İz sürecek olursak İslam dünyasında bilimsel durgunluğun başlangıcı İmam Gazali (ö.1111) dönemine kadar gider. O zamana kadar İslam dünyasında zengin bir ilim ve düşünce hayatı vardı.
İmam Gazali’nin filozoflara getirdiği eleştiriler ve bazı filozofları tekfir etmesinin bilim ve düşünce cesaretini kırdığını ifade edebiliriz. Osmanlı tarihinde ise 17. yüzyılda başlayan Kadızadeler hareketini, durgunluktan çürümeye geçişin başlangıcı kabul edilebiliriz.
Kadızadeler; IV. Murat, Sultan İbrahim ve IV. Mehmet dönemlerinde ortaya çıkmış ve yayılmış dini bir harekettir. İstanbul’da görevli imam, vaiz ve fakihlerin (bugünkü deyimle din adamlarının) başlattığı ve etkileri bugüne kadar sarkan bu hareketin ilk fikir babası İbn-i Teymiyye’nin (ö.1328) fikirlerinden etkilenen İmam Birgivi (ö.1573) kabul edilir.
İmam Birgivi’nin talebesi Kadızade Mehmet Efendi (ö.1635) ile Halveti Şeyhi Abdülmecid Sivasi arasında başlayan fikri tartışmalar, zaman içinde takipçilerin de katılması ile İstanbul’da büyük bir sosyal, dini ve siyasi çatışmaya dönüşür.
Kadızadeler Osmanlı Devleti’ndeki ilk Selefi hareket olarak kabul edilir. İki yüzyıl sonra gelen Vehhabiliğin kurucusu Muhammed Abdülvehhab (ö.1791) ise Selefiliğin sonraki temsilcisidir. Kadızadelerin ortaya attığı fikirler dini, siyasi ve sosyal konuları kapsamaktadır. Onların bazı düşüncelerine örnek verecek olursak;
Matematik ve felsefe gibi akli bilimlerin medreselerde okutulması caiz değildir.
Kur’an ve ezan makamlı okunamaz. Mevlit okuma geleneği kaldırılmalıdır.
Sofilerin yaptığı zikir, sema ve devran caiz değildir.
Peygamberin adı anıldığında salavat getirmek gerekli değildir.
Peygamberin anne ve babası imanla vefat etmemişlerdir.
Firavun’un son andaki imanı kabul değildir.
Muhyiddin el-Arabi kafirdir.
Kabir ziyareti caiz değildir.
Kandil kutlamaları İslam’a aykırıdır.
Cemaatle nafile namaz kılınamaz.
Tütün ve kahve gibi keyif verici şeyler haramdır.
Devlet memurlarının yaptıkları işlere karşılık aldıkları paralar rüşvet değildir.
Hızır hayatta değildir…
Daha bunun gibi birçok konuda fetvalar veren bu din adamları zümresi Saray’ı da etkilerine alarak kararlarını uygulamaya koymuşlardır. Mesela Kadızadelerin etkisine giren IV. Murat İstanbul’daki bütün kahvehaneleri yıktırmış ve tütün yasağın uymayan çok insanı katletmiştir.
Kadızadeler hareketinin etkisi yaklaşık 100 yıl sürmüş; meyhanelerin kapatılmasından, kabir ziyaretinin bir dönem yasaklanmasına hatta toplanan vergi çeşitlerinin yeniden düzenlemesine kadar birçok sahada etkileri olmuştur.
Bu hareket bitmiş gözükse bile etkilerinin, Diyanet camiası içinde bir damar olarak, devam ettiğini kabul etmek gerekiyor. 17. yüzyılda padişahı etkilerine alıp Mevlevi ve Halveti tarikatlarını sapık bir fırka ilan etmeleri, tekkelerini yıkmaları ve tarikat kitaplarını yasaklamalarının günümüz Diyanet camiasının uygulamaları arasında paralellikler bulunduğu bir gerçektir.
Aslında ortada olan gerçek, Kadızadeler ve onlar gibi dini hareketlerin siyasi ve sosyal büyük çürüme ve yıkımlara sebep olduğudur. Kadızadelerin sebep olduğu en büyük yıkım ise, eğitim alanında olmuş ve medreseler birer enkaza dönüşmüştür.
Tarihçi Kemal Karpat’ın II. Abdülhamit için yaptığı değerlendirme o enkazı gözler önüne serer. Karpat’a göre padişah, ilmiye sınıfına asla güvenmemiş ve ulemanın liderlerini modern dünyayı anlamayan, akla, mantığa ve bilime inanmayan insanlar olarak değerlendirmiştir. Tıpkı Ahmet Rıza ve Abdullah Cevdet gibi.
Bazı dini hareketlerin sebep olduğu yıkımlara rağmen, din toplumsal bir gerçektir. Mesele doğru dini, doğru bir şekilde topluma anlatmaktır. Bu olmadığı takdirde, her zaman, dini istismar eden birileri çıkacaktır. Bu bazen bir şeyh, bazen bir fakih ve bazen de bir siyasetçi olabilir. Materyalist olduğu halde Abdullah Cevdet dinin toplumsal gerekliliğini şöyle ifade eder:
“… Cemiyet-i beşeriye dinsiz yaşayamaz. Din de cemiyet-i beşeriyeye nur ve hararet ifaza etmekten ve insanlar arasında sermaye-i refah ve telif olmaktan kalınca artık muammer olamaz.”
Evet, bir toplum dinsiz yaşayamadığı gibi, topluma faydası olmayan bir din de uzun ömürlü olamaz. Gelenek, kültür ve tarih ile yoğrulmuş din anlayışlarının, zamanın öğütücü çarkları içinde aslından uzaklaştığına, topluma faydadan çok zarar vermeye başladığına şahit oluyoruz.
İslam’ın iki temel kaynağı olan Kur’an ve Sünnet’in, doğu toplumlarının kronikleşmiş hastalıkları olan cehalet, yalan, bencillik, zorbalık ve kabileciliğin etkilerinden arındırılarak asr-ı saadet felsefesi ile yeniden yorumlanmasına her zamankinden daha fazla ihtiyaç vardır. Muhammed Abduh’un “İslam’ın özüne dönme, saf haline ulaşma” şeklinde tanımladığı reformlar gerçekleşmezse, İslam için parlak bir gelecekten bahsetmek pek mümkün gözükmemektedir.