Türk Ordusu’nun kimliksizleştirilmesi

 

İbn-i Haldun’a göre asker bir milletin asabiyesidir. Asabiyeyi kimlik olarak tanımlarsak asker ülkenin hüviyetini temsil eder. Asker bir yönü ile mazinin ruhu, diğer yönü ile milletin şuurudur. Askerin gücü, disiplini, caydırıcılığı ve hukuka bağlılığı nispetinde o ülkede refah düzeyi yükselir ve aidiyet duygusu kuvvetlenir.

Asker, her milletin tarihinde olduğu gibi Osmanlı Devleti’nde de tepe bir varlıktır. Osmanlı Devleti asabiyesini Kapıkulu Askerleri’ne bina etmişti. Kapıkulu demek, Osmanlı demekti. Osmanoğulları, Kapıkulu Askerleri’nin kanları üzerinde küçük bir beylikten muhteşem bir imparatorluğa yürümüşlerdi. Zamanla bu güç kaynaklarını ihmal eden Osmanoğulları, lağvettikleri Kapıkulu’nun ardı sıra tarihe gömülmüşlerdir.

Kuruluşundan itibaren Saray ile Ordu arasında kurulan güven duygusunun yıkılmasına sebep olan Yeniçeri Ocağı’nın lağvedilmesi hem orduyu kimliksizleştirmiş hem de Osmanlı Devleti’nin “siyasi doğası”nı bozmuştur. Böylece devlet hızlı bir yıkılışa doğru sürüklenerek 90 yıl içinde tarihe gömülmüştür.

18. Yüzyıl boyunca Osmanlı Devleti’ni en çok meşgul eden konulardan biri de Rusların yayılmacı politikaları olmuştur. Büyük Petro’nun vasiyeti; önce Kırım’ı alıp Karadeniz’e ulaşmak, Balkan ulusları arasında isyanlar tertip ederek Osmanlı’yı buralardan çıkarmak ve nihai olarak İstanbul Boğazı’na egemen olup Akdeniz’e inmek şeklinde özetlenebilir. Çarlık döneminde gerçekleştirilmeye çalışılan bu ülküler, Sovyetler döneminde de aktif olarak takip edilmiştir. SSCB’nin yerini alan Rusya ise Putin ile, Petro’nun vasiyetini yeniden ete kemiğe büründürmüştür.

Stratejik açıdan bakılırsa İstanbul’un güvenliği Kırım’dan başlar. Eğer bugünün idarecilerinde coğrafya ve tarih şuuru olsaydı, 2014’te Kırım’ın işgali ile İstanbul’un güvenliğinin tehlikeye düştüğünü bilir ve gerekli tedbirleri alırlardı. Öyle ki Katerina(II) döneminde Dinyeper Nehri kıyısında ve Kırım sınırındaki Kerson (Kherson) kasabasının giriş kapısına, üzerinde “İstanbul’a bu kapıdan girilir” diye yazılan bir kitabe koymuşlardı. Evet Ruslar Kırım’ı İstanbul’a ulaşmanın ilk menzili olarak görüyorlardı.

Rusya ile savaşarak geçen 18. Yüzyıl gibi 19. Yüzyıl da savaş ile başladı. Ruslar Balkanlardaki Sırp ve Rum isyanlarını destekliyorlardı. Hatta Ruslar, Osmanlı Devleti’ne baskı yapmak amacıyla 1829’da batıda Edirne, doğuda Erzurum’a kadar olan yerleri işgal etmişlerdi. Rusların buralara kadar gelebilmesinin temel sebebi, 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın lağvedilmesi ile Osmanlı ordusunun güven bunalımına girmesi ve asabiyesini kaybetmesidir.

Yeniçerilerin yokluğu her geçen gün daha fazla hissediliyordu. Öyle ki devlet bir valisinin isyanıyla bile başa çıkamayacak acizliğe düşmüştü. Sultan’a sorsan, ordu en güçlü dönemini yaşamakta idi. Fakat Mısır’dan yola çıkan Mehmet Ali Paşa’nın ordusu, yol boyunca karşılaştığı Osmanlı ordularını yene yene Konya’ya kadar gelmiş ve burada karşılarına çıkan son Osmanlı ordusunu da mağlup etmişti. Rivayet edilir ki, Mehmet Ali Paşa, imparatorluğu biraz da Mehmet Alioğulları idare etsin diye düşünüyordu.

Sultan Mahmut tahtının tehlikeye düştüğünü anlayınca, Mısır Valisi ile anlaşmak yerine, kısa bir süre önce Edirne’yi işgal eden Rusya’nın himayesine girmeyi tercih etti. Sultan’ın zor durumundan istifade eden Ruslar, ona yardım etmeyi ve Karadeniz’de bulunan filoyu göndermeyi teklif ettiler. Padişah el yükselterek Tuna sahillerindeki 30 bin kişilik Rus ordusunu da istedi. Rusya bunu memnuniyetle kabul etti. 1833 yılında dokuz Rus savaş gemisi Büyükdere açıklarına demirlerken, 15 bin Rus askeri de Anadolu yakasına yerleşti. Bu durum sarayda sevinçle karşılanırken, İngiltere ve Fransa’yı dehşete düşürdü. Artık Osmanlı’yı tanıyamıyorlardı. Tanınmıyordu Osmanlı. Çünkü ordu ve devlet kimlik krizi yaşıyordu.

Rus ordusunun gelişini yeterli görmeyen padişah Rusya’dan yeni garantiler talep etti. Böylece Rusya ile Osmanlı Devleti arasında Hünkâr İskelesi Antlaşması imzalandı (1833). Bu anlaşma ile Padişah tahtını korumak için koskoca bir imparatorluğu, kadim düşmanı Rusya’nın himayesine soktu. Ruslar da tarihi emellerini gerçekleştirme yolunda devasa bir adım atmışlardır. Kimliksizleşen bir sarayın ve onun ordusunun neticesi başka ne olabilirdi ki?

Zaman ve zemin değişse de tarihi olaylar benzer şekilde cereyan etmeye devam ediyor. Erdoğan 15 Temmuz’da yarım kalan planını yavaş yavaş tamamlanmakta ve o günden bugüne, hız kesmeden Türk Silahlı Kuvvetleri’ne operasyonlarını sürdürmektedir. Bu operasyonlarını bazen ankesörlü telefon gibi uyduruk iddialarla, bazen yasal düzenlemelerle, bazen de Cumhurbaşkanlığı yetkisini kullanarak yapmaktadır. Bu süreç böyle devam ederse TSK asabiyesini tamamen kaybetmiş, kimliksiz ve güven bunalımı yaşayan silik bir ordu dönüşecektir. Belki de hedeflenen tam olarak budur.

15 Temmuz’da evvel Türk Silahlı Kuvvetleri’nin nevi şahsına münhasır bir asabiyesi vardı. Türk ordusu denince, dost düşman herkesin aklına bir kimlik gelirdi. Türk milletini bağrından çıkan ve onu temsil eden bir kimlik.

Ya şimdi öyle mi?

Yeni askerlik yasası ile artık TSK, Türk milletinin değil fakirlerin bağrından çıkan bir orduya dönüşmüştür. Bu ordunun kimliksizleştirilmesinin adımlarından biridir. Yarın cephelerde sadece fakirler ölecek demektir. Uğruna zenginlerinin ölmek istemediği bir vatan ordusunun nasıl bir asabiyesi olabilir?

Savunma Bakanı tarafından kurmay ve general sınıfının yarısı terörist olarak ilan edilmiş, askerleri ve askeri okul öğrencileri komutanlarının ihanetine uğramış, kışla ve tersanelerine el konulmuş, okulları ve hastaneleri kapatılmış bir ordu var karşımızda. Zannedersiniz ki Sevr Antlaşması yeniden yürürlüğe girmiş.

Gelelim dost-düşman meselesine. 1945’te Ruslar İstanbul’dan üs istiyor. Bunun üzerinde Türkiye kendini güvenceye almak için NATO’ya giriyor. Rusya, 1990’da Azerbaycan’ı işgal edip katliam yapıyor. Tek milletin ikinci devleti Azerbaycan. 2008’de Rus orduları Tiflis’e kadar ilerliyor. 2014’te Kırım’ı işgal ediyor. İki asır önce olduğu gibi Ruslar, Türkiye topraklarına doğru ilerliyor.

Son olarak Türkiye ile Rusya, Suriye topraklarında karşı karşıya geliyor. Türkiye Rus savaş uçağını düşürüyor ve Rus uçağını düşürür düşürmez NATO’yu yardıma çağırıyor. NATO’nun desteği ile büyük bir felaketin önüne geçiliyor. Bir müddet sonra da Rus Büyükelçisi bir Türk polisi tarafından Ankara’da öldürülüyor. Türkiye ile Rus arasına kan davası giriyor. Ve birden Erdoğan, iflah olmaz Putin hayranına dönüşüyor.

Bugün ABD-NATO düşmanlığı ve Rus dostluğu pompalayan Erdoğan ve avenesi, ABD’nin tarihin hiçbir döneminde Türkiye’nin bir karış toprağını işgal etmediğini, Rusya’nın ise Türkiye’den daha büyük tarihsel Türk toprağını işgal ettiğini gözden kaçırıyorlar. Hatta durum tam tersi imiş gibi davranıyorlar. Tarih şuurundan mahrumiyet mi, gaflet mi, ihanet mi siz karar verin.

Şuurunu ve hafızasını kaybetmiş bir ordu dost düşman ayırımı yapamaz. Dostlarını küstürür ve düşmanlarına yeni fırsatlar sunar. S-400’lerin alınması ve Rus komutanların Türk askerlerinin eğitimine başlaması, Türk askerinin kimliksizleştirilmesinin son adımıdır. Bu kimliksizleştirme operasyonları ile Erdoğan, tıpkı Sultan Mahmut gibi sarayını korumak için, Rus ordusunu Ankara’ya davet etmenin zemini hazırlıyor, diye düşünüyorum. Sultan Mahmut’un Rus himayesine girerek İngilizleri şoke etmesi gibi, NATO ve ABD bu durum karşısında şok olmuş durumdalar. Artık tanınmayan bir ordu ve devlet vardır karşılarında.

Hepsinden daha büyük tehlike ise asabiyesini, şuurunu kaybetmiş, kimliksizleştirilmiş bir orduda hizipleşmenin artacağı gerçeğidir. Keskinleşen hizipleşmenin de ordu içinde bir iç çatışma doğuracağını beklemek sosyal hadiselerin matematiğine uygundur. Böyle bir çatışmanın ülkenin parçalanması ile sonuçlanacağını tahmin etmek zor değildir. Benzer durum Balkan Savaşları’nda yaşanmıştı. Bu konuyu başka bir makaleye havale ediyorum.

Acaba Türk ordusunu bu duruma getirenler Türkiye’nin yıkılışını sağlayıp, kendi krallıklarını mı kurmak istiyorlar? Bütün işaretler Sevr’in adım adım yeniden hayata geçirildiğini göstermektedir. Acaba Lozan’dan memnun olmayanlar Sevr’i mi hedefliyorlar? Orta Anadolu’da küçük, “bilmem ne oğulları devleti” mi?



About Me

Ali Agcakulu is an academic, author, and columnist. After he graduated from the Graduate School of Social Sciences at the Yildiz Technical University in 2016, he worked as a Postdoctoral research fellow at The Catholic University of America. He published two books; “The Brief History of Kurdish Nationalism” and “Said Nursi’s Political Theory or The Reform of Islamic Political Thought”. As a journalist, he was a columnist with Rota Haber and Ocak Medya news websites between 2015-2019. He also has many academic and semi-academic articles published in various magazines and newspapers. He is currently a columnist with the Ahval News website. His expertise is on the history and philosophy of Turkey’s relationships between religion and politics.

Haber bülteni

%d blogcu bunu beğendi: