2020’nin ilk günlerinde Kasım Süleymani’nin öldürülmesi Türkiye, İran ve elbette Rusya’nın Ortadoğu’da kurduğu müşterek düzeni temelden sarsmış ve Türkiye bir kez daha ve yeniden NATO, yani daha çok ABD eksenine adım atmıştı.
Ya da atmış gibi yapıyor.
Süleymani’nin öldürülmesi Erdoğan iktidarı için gerçekten yeni bir milat olmuştu. Son on yılda sık sık dile getirilen ve Türkiye’nin yeni arayışlarını ifade eden “kendi göbeğini kesme” ve “Türkiye alternatifsiz değildir” gibi söylemler, yerini NATO ile ittifaka ve dayanışmaya yapılan vurgulara bıraktı.
Nisan 2020’de yapılan NATO toplantısı ile ilgili olarak Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu; “Bu toplantıda ayrıca ülkemizin caydırıcılığının takviyesine yönelik NATO’dan somut destek beklediğimizi bir kere daha vurguladık” dedi. Halbuki altıay önce İngiltere’de yapılan zirvede Erdoğan, Türkiye’nin YPG ile ilgili talebi için altı ay sonra yapılacak toplantılara işaret ediyordu. Ama o tarih geldiğinde Türkiye’nin bu gündemi unutmuş gibi yaptığı Dışişleri Bakanı’nın açıklamasından anlaşılıyor.
Şubat 2020’de Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar, İdlib’te yaşanan sıkıntılarla ilgili olarak Türkiye’nin eksen kayması gibi bir durumunun olmadığını belirterek “NATO üyesiyiz ve eksenimiz kaymadı” şeklinde bir açıklama yaptı. Nisan 2020’de de İbrahim Kalın, “İdlib ve Suriye’nin de ötesinde, Türkiye ve ABD arasında daha derin bir iş birliği için her zaman alan vardır” demek sureti ile Türkiye’nin yeni görünümünü tanımlamış oldu.
İktidarın S-400‘leri artık gündemden düşürmesi, Rusya ile Suriye ve Libya’da karşı karşıya gelmekten çekinmemesi ve Erdoğan’ın ağzından Rusya’ya karşı yükselen eleştirilerin, yeni dönemin konsepti ile uyumlu olduğunu söyleyebiliriz.
Evet Türkiye bir NATO ülkesidir. NATO’nun demokratik değerlere bağlılığı, yaşanan sorunlarda barışçıl çözümü öncelediği, politik ve askeri vasıtalarla üye ülkelerin özgürlüǧünü ve güvenliǧini temin etmeyi hedeflediği resmen ilan edilmiştir. NATO üyesi bütün ülkelerden beklenen bu temel prensiplere gönülden bağlılıktır.
Bununla birlikte NATO üyesi ülkelerde devlet adamı unvanı taşıyan, asker ve sivil bürokratlar ile siyasetçilerin de demokrasi, özgürlük ve barış gibi temel değerleri özümsemiş olmaları ve bu evrensel değerlere sözde değil özde bağlı olmaları gerekir.
2011’de başlayan otoriterleşme vetiresi, 2018’deki Cumhurbaşkanlığı Hükümeti Sistemi’nin hayata geçmesi ile neticelendi. Rejim değişti. TSK de bu dönüşümden etkilendi. 15 Temmuz’dan sonra, bir taraftan Erdoğan’ın ideolojisini paylaşmayan 10 binlerce Kemalist, Gülenist ve NATO’cu asker, hukuki olmayan suçlamalarla TSK’den tasfiye edilirken, diğer taraftan Erdoğanist ideolojiye bağlanmış 40 bine yakın personel alımı yapıldı. Ayrıca Yeni TSK, RAND Corporation Raporu’na göre 43 bin yeni personel almak için çalışma yapıyor.
Nasıl ki Erdoğan iktidarı, selefi cemaat ve tarikatlar ile ülkücü yapılara dayanıyorsa, Yeni TSK’ye yapılan alımlar da aşağı yukarı bu kompozisyondan yapılmaktadır. Pastanın büyük diliminin Erdoğanist selefi yapılara verildiğini tahmin etmek zor değildir. Üst kademedeki sindirilen paşaların dirayetsizliğinden ve artık selefileşmiş bir başka gruba mensup paşaların pervasızlığından rahatsız olan orta kademe TSK personeli ise kurbanlık koyun gibi tasfiye veya operasyon sırasının kendilerine gelmesini beklemektedirler.
Kimliksizleştirilen TSK’nin, yeni selefi kimliğinin inşası hız kesmeden devam etmektedir. Eğer TSK eski Türkçü kimliğini muhafaza etseydi, Çin’in Uygurlara yaptığı soykırıma dair iki çift laf söylenirdi. Ama Ortadoğu’daki selefi yapıları korumak için canhıraş bir gayretkeşlik ortaya konulduğu, gören gözlere pinhan değil.
Kemalizm öldü, yaşasın (!) Erdoğanizm.
Pekala doğası değiştirilmiş ve kuruluş mahiyetine yabancılaşmış TSK ve personeli NATO için güvenilir partnerler midir?
Ankara Çevik Kuvvet Şube Müdürlüğü’nde görevli polis memuru Mevlüt Mert Altıntaş bir serginin açılışına katılan Rusya Federasyonu Büyükelçisi Andrey Karlov’u sırtından vurarak öldürdü. Cinayet esnasında, Türk hükümetinin de desteklediği, El Kaide’nin bir kolu olan El Nusra örgütünün marşını haykırıyordu.
El Kaide bağlantılı bir diğer suikast ise ABD’de gerçekleşti. Aralık 2019’da ABD’nin Florida eyaletinde bulunan Pensacola deniz üssünde eğitim gören Suudlu bir askeri öğrenci, üç ABD’li askeri öldürdü. Geçen ay sonuçlanan soruşturmada Suudlu askerin El Kaide bağlantıları ortaya çıkarıldı.
Bu iki örnek radikalleşen ve selefileşen TSK’nin NATO’daki müttefikleri ile ilişkilerinde bundan sonra daha derin sorunlar yaşayacağını göstermektedir. Bilinçaltları Batı ve ABD düşmanlığı ile kirlenen gençlerin asker olunca, NATO karargahlarında Avrupalı ve ABD’li askerlerle müşterek çalışmalar yürüttüklerini düşünün.
İktidarın sürekli propagandaları neticesinde Türkiye, Amerika karşıtlığının dünyada en fazla yükseldiği bir ülke değil midir?
NATO için oluşan riskler sadece alt düzeydeki personel ile sınırlı değildir elbette. NATO’ya, üyelerine ve değerlerine doğaları itibari ile düşmanlık besleyenler, üst düzey devlet idarecisi olunca muhtemel tahribatın boyutları da büyüyor. Mesela, ifşa edildiği için akim kalan şu plana bir bakın:
2014’te MİT Müsteşarı, şimdinin Genelkurmay Başkanı ve dönemin Dışişleri Bakanı ile bir toplantıda, Suriye ile savaş çıkarmaya gerekçe oluşturabilmek için “Suriye’ye dört adam gönderebileceğini ve Türkiye’ye sekiz füze attırıp savaş gerekçesi üretebileceğini, Süleyman Şah Türbesine de saldırtabileceğini” söylüyordu.
Malum Türkiye toprakları aynı zamanda NATO toprağı sayılmakta ve NATO’nun koruması altında bulunmaktadır. MİT Müsteşarı aynı zamanda NATO’ya karşı yapacakları bir provokasyondan bahsediyordu. Aynı konuşmada Suriye’deki teröristlere 2000 tır mühimmat gönderildiği de itiraf ediliyordu.
Muhtemelen aynı kadrodan kişilerin, 15 Temmuz’da NATO’nun ikinci büyük ordusuna karşı kurdukları benzer kumpas, TSK’de NATO’cuların tasfiyesi ile sonuçlandı.
İktidar aynı zamanda selefi terörist gruplarla flörtünü NATO’nun ikinci büyük ordusu vasıtası ile yapıyor. Deniz Kuvvetlerine ait fırkateynlerin Libya’ya silah taşıdıklarını veya silah taşıyan gemileri koruduklarını yabancı medyada çıkan haberlerden biliyoruz. Ayrıca TSK’nin Özgür Suriye Ordusu adıyla bir çok teröristi Türkiye’de eğitip Suriye ve Libya’ya gönderdiğini de bütün dünya bilmektedir.
TSK ile İdlib’deki terörist gruplar arasındaki sıkı işbirliği, hatta kader birliğinin, TSK personeli üzerindeki etki ve etkileşiminin ciddi bir şekilde incelenmesi gerekiyor. Dün teröristlerle teşriki mesai yapan askerler, yarın NATO karargahlarında görev yapacaklarsa, bu durumun bir kez daha gözden geçirilmesi gerekmiyor mu?
Pekala Erdoğan gerçekten yüzünü NATO’ya mı döndü, yoksa NATO’yu mu oyalıyor? Ayrıca NATO’cu olduğu iddia edilen Hulusi Akar’ı yanında tutması NATO ile yeniden samimi ilişkiler kurmak için mi?
NATO’nun ikinci büyük ordusuna tarihinin en büyük kumpasını kurup, NATO’cu general ve subayları tasfiye eden biri NATO’cu olabilir mi? Olamaz. Akar’ın, Erdoğanist olmaktan başka bir vasfı yoktur. TSK içinde onunla beraber yürüyecek herhangi bir orta ve üst düzey subay da yoktur. Bundan dolayı Erdoğan onu yanında tutuyor. Çünkü her ikisi de TSK’nin orta kademesi ile problem yaşıyorlar. Akar’ın NATO’cu gözükmesinin sebebi de Erdoğan’a, TSK’deki dönüşümü tamamlaması için, zaman kazandırmak içindir. Erdoğan, Akar vasıtası ile ABD ve NATO’yu hem oyalıyor, hem de manipülasyon hazırlıkları yapıyor. NATO, Yunanistan, Suriye ve Libya’da olabilecek manipülasyonlara hazır olmalıdır.
TSK’deki selefileşme güven ve güvenlik problemi doğurduğundan olsa gerek hem F-35’lerin Türkiye’ye teslimi iptal edildi, hem de Türk pilotları, F-35 eğitimleri sonlandırılıp, apar topar Türkiye’ye geri gönderildiler.
Pekala, Erdoğan S-400’lerden vazgeçse, F-35’leri verirler mi? Hiç sanmıyorum.