Leviathan veya Otoriter Yönetimlerin Menşei

İngiliz filozof ve siyaset bilimci Thomas Hobbes’un siyaset düşüncesi Leviathan adlı eserinde şekillenmişti. Leviathan Kitab-ı Mukaddes’te zikrolunan bir canavardır. Keskin pullarla kaplı zırha sahip bir ejderha olan Leviathan diğer bütün hayvanlar üzerinde hakimiyet kurmuştur. Ama Leviathan’ın emri altına girmeyi gururuna yediremeyen bazı hayvanlar onun keskin pullarından dolayı ona yaklaşamamaktadırlar.

Hobbes’a göre, Leviantan, “gururun bütün çocuklarının” kralıdır. Aklı başında ve realist insanlar Leviantan’a benzeyen krala/devlete başkaldırmak yerine itaat etmeyi tercih etmelidirler.

Devlette hakimiyetin tek elde toplanmasını savunan Hobbes, dini kaygılarla hakimiyetin paylaşılmasının devleti kaosa sürükleyeceğini ve bunun sebebinin de Kitab-ı Mukaddes’i kendi arzularına göre yorumlayan insanlar olduğunu söyler. Bu durum kabul edilemez ve hükümranlık paylaşılamaz. Dinin, hükümdarın buyruğuna tabi olması gerekir. Bunun sebebi, insanlar beşeri yaratıklardır. Tanrı değildirler. Dolayısı ile iyi ve doğru hakkında kesin bilgiye sahip olamazlar. İncil Allah’ın sözüdür. Ama insanların İncil yorumu farklı farklı olacağından, onun gerçek manası tartışmalara ve iç karışıklıklara sebep olmaktadır. Her insanın kendine özel bir ahlak kuralı olamayacağından İncil’in bir otorite tarafından yorumlanması gerekmektedir. O otorite “Fani Tanrı” olan hükümdardır.

Hobbes’un izinde yürüyen Fransız Jean J. Rousseau (ö. 1778) seküler siyaset düşüncesinde yeni çığırlar açan bir düşünürdür. O’na göre, insan, doğası itibari ile egoist ve saldırgan değildir. İnsanın tabiatı gereği, aklı ve vicdanı birlikte hareket ederek, insana “doğal” bir düzen verir. Bu doğal halde insan mutludur. Ama birlikte yaşama zorunluluğundan dolayı, insanlar bir sözleşmeyle toplumsal hayata geçerler. Toplumsal hayatta akıl, vicdanın üstüne geçer ve insan rasyonel bir varlığa dönüşür. İnsan yapımı kurumlar içinde yaşayan insan, medeniyeti oluşturur. Özgür iradeleri ile toplumsal hayata geçen insanlar ikinci aşamada iradeleri ile genel idareyi –yani devleti/yönetimi– oluştururlar. Genel iradenin yani devletin insanlar üzerinde mutlak tasarrufu vardır. Bireyi şekillendirmek devletin temel görevidir. Devlet bunu eğitim ve hukuk yolu ile yapar. Böylece birey devlet ile bütünleşir. Bu bütünleşme sonucu bireyler özgürleşirler. Rousseau devletin elindeki egemenliğin bölünemeyeceğini, devredilemeyeceğini ve sınırlandırılamayacağını savunur. O’na göre, bu egemenlik aynı zamanda yanılmayan bir iradedir. Devlet kıskanç bir Tanrı gibidir. Kendine itaat etmeyen veya onun otoritesine gölge düşüren herkesi cezalandırma yetkisine sahiptir. Milli egemenlik kavramının çıkış noktası budur.

Bu seküler aydınlar zincirinin önemli bir halkasını oluşturan Alman düşünür Georg Wilhelm Friedrich Hegel (ö. 1831) için en önemli şey Alman Siyasi Birliği’ni oluşturmaktır. Alman ulusu, Alman devletine gebedir. “Devlet, Tanrı’nın yeryüzündeki ihtişamlı yürüyüşüdür.” Tarih, bu Tanrı’nın, yürüyüşünü bize gösterir. Determinist bir bakış açısına sahip olan Hegel’e göre, devlet gibi din de, tarih içinde şekil alır. Hegel’de birey değil, ulus esastır. Ulus ruhu, bireysel değerlerin de kaynağıdır. Din, hukuk, kültür bireyler tarafından değil, bu ulus ruhu tarafından ortaya çıkarılır.

Hegel’den evvel, İslam Tarihi’nde, Emeviler’den Osmanlılar’a kadar bir çok devlet, Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi olma iddiasında bulunmuşlardır. Taberani’deki “Sultan, yeryüzünde Allah’ın gölgesidir. Ona ikram eden ikram görür, ona ihanet eden de ihanete maruz kalır” mevzû hadisinden yola çıkarak, Osmanlı padişahları, kendilerini Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olarak görmüşlerdir. Ayrıca Türk geleneklerine göre, hükümdar “kut” sahibi olduğundan, hükümdarın kanının kutsal olduğunu hatırlatmakta fayda vardır.

Hazreti Ali’den yönetimi kılıç zoru ile alan Muaviye bin Ebu Süfyan’ın siyaset düşüncesine göre; Allah bu mülkü kendisine vermiştir ve bu mülk üzerinde istediği gibi tasarruf edebilir. Bu düşünceden dolayı Hilafeti oğlu Yezid’e miras olarak bırakmış ve muhalifleri kılıç zoru ile sindirmiştir. Hilafetin saltanata dönüşmesi ile İslam siyaset düşüncesinde derin bir kırılma meydana gelmiştir. Meşveret esası terkedilmiştir.

Maverdi (ö. 1058), Hilafeti topluma rehberlik, dinin muhafazası ve devlet idaresi anlamında nübüvvetin yerine kurumsallaştırarak teorik bir çerçeveye oturtmuştur. Abbasilerin son döneminde fiili gücünü kaybeden Hilafete, İbn-i Teymiyye’nin (ö.1328) fikirleri ile, ideal olan seçim ile Halife olmanın yerine, babadan oğula geçen mevcut durum meşrulaştırılmıştır. Böylece İslam siyaset düşüncesi ciddi bir durağanlığa girmiştir.

Halbuki İslam siyaset düşüncesinde temel iki esas vardır. Meşveret ve Adalet. Bunu şu şekilde realize edebiliriz. Meşveret yolu ile Adalet’in tesis edilmesi esastır. Bu iki temel esas İslam Siyaset Düşüncesinde otoriter bir yönetimi imkansız kılmaktadır. Ama İslam tarihi bu konuda kötü örneklerle doludur.

Fazlurrahman, Müslümanlar arasında yaygın olan meşveret anlayışının ve tarihsel olarak halifenin seçiminin Kur’an’a uygun bir şekilde gelişmediğini ifade eder. İstişare ve halife seçiminin Müslümanların genelinden elitine geçtiğini ve bunun yanlış olduğunu ifade eder. Şûra kavramında bir meclisin ortaya çıkarılamaması ona göre büyük bir eksikliktir.

Tartışabilmek için bu teorik arka-plana ihtiyaç olduğunu düşünüyorum