Sistem Sorunu, Bediüzzaman ve İslami Sistem I

 

Siyasal sistem kavramı ya da devletin rejimi, bir memlekette idare edenler ile idare edilenler arasında kurulan münasebetin dayanağı, menşei, şekli ve türünü ifade eder. 19. Yüzyılın sonu ile 20. Yüzyılın başlarında Türkiye’de şiddetli siyasal sistem tartışmaları yaşanmıştır. İlk Büyük Millet Meclisi de dahil, üç meşrutiyet tecrübesinden sonra, Cumhuriyet ilan edilmiş ama sistem tartışmaları devam etmiştir. Bugünlerde sistem değişikliğine yönelik çalışmalar yapıldığı halde, yeterli tartışmalar henüz yapılamamıştır.

Aydınlanma dönemi ile beraber siyasal sistemlerin oluşumlarında epistemoloji ağırlık kazanmış ve mevcut bir çok rejim ya da siyasal sistem, pozitif epistemolojiye dayanarak inşa edilmiştir. Halbuki siyasal sistemlerin üç temel kaynağı vardır. Ontoloji, epistemoloji ve aksiyoloji. Şimdilik bu tartışmaları bir kenara bırakıp sadece şunu eklemekle yetiniyorum. Bugün Türkiye’de yeni sistem inşa edilirken bunlardan hiçbiri göz önüne alınmazken, sadece epistemolojiye dayanan sistemlere yönelik tartışmalar, az da olsa, yapılmaktadır.

Platon’a göre devlet, toplumun karakterini yansıtır. “Yoksa devlet yapıları vatandaşların karakterinden değil de, kayalıklardan ya da meşhur meşe ağaçlarından mı kaynaklanır sanıyorsun? Vatandaşların karakterleri ağırlıklarıyla ve önemleriyle başka şeyleri peşlerinden sürüklerler” der, Platon.

Platon’a benzer bir yaklaşım sergileyen Bediüzzaman da “…devlet bir şahs-ı manevidir. Çocuk gibi, teşekkülü, büyümesi tedricidir” demek suretiyle devletin, maddi bir yapı olan milletin manevi düzeni ve sistemi, yani bir “KANUN” olduğu ifade eder.  Kur’an’ın hedeflediği adalet olan “adalet-i mahza” yani yüce ve gerçek adaletin Platon’un devlet tasavvurunda gerçekleşebileceğini ifade eder.

Bediüzzaman, herkesin imkansız gördüğü Platon’un erdemli devletinin mümkün olduğunu ifade eder. “Âlem-i İslamiyet, medine-i fazilet-i Eflatuniye olmaya sezadır,” diyen Bediüzzaman, İslam dünyasının Platon’un erdemli devleti olmaya layık olduğunu ifade eder. Ona göre Platon’un erdemli devleti ise “devletin dini İslam’dır” kaidesinin muhafaza edilmesi ile mümkün olabilir. Devletinin dininin İslam olması, toplumun dini mayasının korunması açısından ayrı önemi vardır. Bediüzzaman, devletin dine dayanması gerektiğini ve dini esaslara göre idare edilmesi gerektiğini düşünmektedir.

Osmanlı Devleti’nde 1908’de Meşrutiyetin ilan edilmesi dolayısı ile Bediüzzaman şark aşiretlerine çektiği telgraflar ile meşrutiyet rejimini şöyle savunmuştur:

“Meşrutiyet ve kanun-u esasî işittiğiniz emr; adalet ve meşveret-i şer’iyeden ibarettir. Hüsn-ü telâkki ediniz. Muhafazasına çalışınız. Zira saadetimiz, meşrutiyettedir. Ve devr-i istibdatta herkesten ziyade biz zarardîdeyiz.”

Bu paragrafta meşrutiyetin; adalet ve şer’i bir istişare olduğunu ifade ederek, dine uygunluğuna atıf yapmaktadır. Başka bir yerde; “Yaşasın meşrutiyet-i meşrua” diyerek dine uygun meşrutiyetten bahsetmektedir. Bediüzzaman’ın eserlerinde şer’i yani dine uygun meşrutiyet kavramı  bir çok yerde geçmektedir. Bediüzzaman cumhuriyet rejimini de meşrutiyeti savunduğu gerekçeler ile savunur. Cumhuriyetin de dine uygun olması gerektiğini şu sözlerle ifade eder: 

“1935’de Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinde ‘Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?’ sualine cevaben, “Eskişehir Mahkeme Reisi’nden başka, daha sizler dünyaya gelmeden benim dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder… Hulefa-yı Raşidîn her biri hem halife, hem reis-i cumhur idi. Sıddık-ı Ekber, Aşere-i Mübeşşereye ve Sahabe-i Kirama elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat manasız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mânâ-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler..”

Raşit Halifelerin, dindar cumhurbaşkanları olduklarını, onların döneminin de adalet ve hürriyeti temin eden dindar bir cumhuriyet dönemi olduğunu söyleyen Bediüzzaman, cumhuriyeti idaresini, karıncalar üzerinden anlatması manidardır. Karıncaların toplumsal bir hayat yaşadıklarını, vazifelerini bihakkın yerine getirdiklerini ve çok çalıştıklarını söyler. Bundan dolayı karıncaları cumhuriyetçi olarak gördüğünü ifade eder. Cumhuriyetin, toplumsal hayatta iş bölümü, dayanışma ve çok çalışmayı gerektirdiğine işaret eder. Yukarıdaki örneklerden de anlaşılacağı üzere Bediüzzaman meşrutiyet ve cumhuriyeti aynı gerekçelerle savunmaktadır. Bu gerekçeleri, dine uygunluk, adalet, meşveret ve hürriyet olarak tasnif edebiliriz.

Bediüzzaman’ın “dindar cumhuriyet” ve “şeriata uygun meşrutiyet” kavramlarını kullanırken yaptığı açıklamalar ile parlamenter sisteme dayalı cumhuriyet rejimini kastettiği anlaşılmaktadır. Meşrutiyeti savunduğu devirde henüz parlamenter cumhuriyet idaresi yürürlükte değildi. Ama cumhuriyet ve meşrutiyet ile dini esaslarına dayalı ve hürriyet ile adaleti temin eden parlamenter bir sistemi savunduğu anlaşılmaktadır. Bir genelleme yapılacak olursa Bediüzzaman’ın, parlamenter sisteme dayalı ve dini esaslara müstenit “cumhuriyet” rejimini benimsediği söylenebilir.Bediüzzaman’ın “neden demokrasi değil de cumhuriyet idaresini benimsediği?” sorusu sorulabilir. Demokrasi, cumhuriyete göre daha özgürlükçü bir yönetim benimserken, cumhuriyet ise daha erdemli ve özgürlüklerin toplum lehine sınırlandırıldığı bir idareyi öne çıkarır. Bediüzzaman’ın bazı özgürlükleri sınırlayan bir tavrı benimsediğini ve erdemli birey ve toplum tasavvuruna sahip olduğunu ifade etmiştik.

 Sistem Sorunu, Bediüzzaman ve İslami Sistem II

Parlamenter, başkanlık ve yarı başkanlık sistemleri, demokratik hükümet sistemleridir. Bu sistemler ile Bediüzzaman’ın fikirleri mukayese edildiğinde, onun parlamenter sistemden yana olduğunu söyleyebiliriz. Bediüzzaman, hükümet sistemi tercihi ile beraber İslam siyaset düşüncesinin temel tartışma konularından biri olan devlet başkanının seçilmesi ve vasıfları ile ilgili soruna da çözüm getirmektedir. Ona göre devlet başkanı olarak, artık tek bir kişiden bahsetmenin devri kapanmıştır. Dolayısı ile devlet başkanının vasıflarından bahsetmek de gereksizdir. Bediüzzaman bu meseleyi şöyle izah eder:

“Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs-ı vâhid idi. O hâkimin müftüsü de, onun gibi münferit bir şahıs olabilirdi, onun fikrini tashih ve tâdil ederdi. Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u cemaatten çıkmış, az mütehassis, sağırca, metin bir şahs-ı mânevîdir ki, şûrâlar o ruhu temsil eder.

Şöyle bir hâkimin müftüsü de ona mücanis olup, bir şûrâ-yı âliye-i ilmiyeden tevellüd eden bir şahs-ı mânevî olmak gerektir. Ta ki, sözünü ona işittirebilsin. Dine taallûk eden noktalarda, sırat-ı müstakîme sevk edebilsin. Yoksa, fert dâhi de olsa, cemaatin ferd-i mânevîsine karşı sivrisinek kadar kalır. Şu mühim mevki, böyle sönük kalmakla, İslâmın ukde-i hayatiyesini tehlikeye mâruz bırakıyor.”

Bediüzzaman burada bir kaç önemli meseleyi izah ediyor. Evvela tek bir kişinin devlet başkanı (hâkim=hükümdar) olarak hakimiyet icra etme devrinin kapandığını ifade ediyor. Artık manevi şahsiyet yani tüzel kişiliğin devlet başkanlığı makamını ihraz ettiğini ve bu makamın da “şûra” yani danışma kurulları ile icrada bulunması gerektiğini ifade ediyor. İkinci önemli nokta ise bu ise bu danışma kurullarının yanında alimlerden oluşan, bu danışma kurullarına rehberlik eden ve icraatlarının dine uygunluğunu denetleyen ikinci bir tüzel kişilik olan şûra heyetinden yani danışma kurullarından bahsetmektedir. Bu iki sınıf danışma kurulunun hukuken birbirine eşit ve denk olduğunu da ilave ediyor.

Buradan yola çıkarak Bediüzzaman’ın “çift meclisli” bir parlamenter sistemi benimsediğini ifade edebiliriz. Bu meclislerden biri seçimle gelen milletvekillerinden oluşur. Bu meclise “millet meclisi” denilebilir. Millet meclisinin vazifesi daha ziyade siyasi ve iktisadi konularda çalışma yapmaktır. Çalışmalarında herhangi bir tesir altında kalmadan, anayasaya uygun kanunlar yapmak millet meclisinin vazifeleri arasındadır. Bu meclisin vekilleri arasında Müslüman olmayanların bulunmasında bir sakınca yoktur. Anayasaya uygun olarak çalışacak bu millet meclisinin bir görevi de müftü ve yargıçların çalışmalarında hata yapmasına mani olmaktır. Millet meclisi umumi efkarın vücut bulmuş halidir.

İkinci meclis ise millet meclisi üzerinde denetim ve yargılama vazifesini gören ve ilim adamlarında oluşan meclistir. Bu meclise “ûlema meclisi” denilebilir.Ûlema yani ilim adamları derken sadece dini ilimlerde uzmanlaşmış kişiler anlaşılmamalıdır. Devlet idaresini ilgilendiren siyaset ve iktisat gibi ilimleri dallarında uzmanlaşmış bilim adamlarının da bulunduğu bir meclis anlaşılmalıdır.

Bediüzzaman’ın devlet tasavvurunda Eflatun yani Platon’dan etkilendiğini ifade etmiştik. Platon devletin vazifesinin vatandaşları iyiliğe ve mutluluğa ulaştırmak olduğunu ifade eder. Bu ise devlet idarecilerinin devrin alimleri olan filozoflardan meydana gelmesi ile mümkün olabilir. Platon devletin idaresinin (memuriyet de denebilir) onu şahsi çıkar ve geçim kaynağı olarak görenlere değil, insanları iyilik ve hakikate ulaştıran filozoflara verilmesi gerektiğini ifade eder. Platon’un bu düşünceleri ile Bediüzzaman’ın bu konudaki düşünceleri arasında tam bir mutabakat vardır. Bediüzzaman’ın, Platon’un filozoflara yüklediği misyonu alimlere yüklediği anlaşılmaktadır.

Bu arada, Bediüzzaman’ın çift meclisli parlamenter sistem tasavvuru nevi şahsına münhasır bir sistem değildir. İngiltere uygulanan parlamenter sisteme benzemektedir. İngiltere Parlamentosu’nda Avam Kamarası ve Lordlar Kamarası vardır. Avam Kamarası seçimle gelen milletvekillerinden oluşurken, Lordlar Kamarası’nın üyeleri ise tayinle gelmektedir. Ama İngiltere’de asıl ağırlığı olan meclis Avam Kamarası’dır. Buna mukabil Bediüzzaman’ın tasavvurunda ise iki meclisin birbirine denk ve eğit ağırlıkta olduğudur.

“…Saltanatı sadaret, hilâfeti meşihat temsil eder” diyen Bediüzzaman, saltanatın başbakanlıkta tecelli ettiğini, halifeliğin de şeyhülislamlık yani müftülük makamı tarafından temsil edildiğini ifade etmekle beraber, bu iki kurumun birbirinden ayrılmayıp, beraber çalışan bir vücut gibi olduğunu ifade etmektedir. Bediüzzaman, devletin siyasi ve dini iki kurum tarafından müşterek ve eşit/denk bir şekilde idare edilmesi gerektiğini ifade eder. “Sadaret, meşihat, iki cenahdır. Şu devlet-i İslâmiyenin bu iki cenahı mütesâvi olmazsa, ileri gidilmez…” diyen Bediüzzaman, başbakanlık ve meşihat (müftülük) kurumlarının devlet yönetimine dair kararların alınmasına eşit ağırlık ve yetkiye sahip olarak katılmaları gerektiğini ifade eder. Bir yönü ile alimlerden mürekkep bir meclisin gözetiminde bir idareye işaret etmektedir ki, bu durum çift  meclisli bir yapıya işaret etmektedir.

“Daire-i intihabiyeleri hem mahdut, hem muhtelit olan âyan ve mebusanın vazife-i resmiyeleri itibarıyla bilvasıta ve dolayısıyla bu işe tesiri olabilir” diyen Bediüzzaman, başbakanlık için çalışacak danışma kurullarının parlamento üyelerinden, meşihat için çalışacak danışma kurullarının da İslam âlemindeki muteber ilim adamlarından oluşmasının gerekli olduğunu ifade eder.

Bediüzzaman, Kur’an-ı Kerim’in emri olan “Ve işlerde onlarla istişare et” ve “Onların işleri aralarında yaptıkları istişare iledir” ayetlerinin tecellisinin şer’i meşveret olan meşrutiyet olduğunu söyler. Parlamenter bir sistem olan meşrutiyeti bir nurani vücuda benzeten Bediüzzaman, onun varlığının “hak” üzerine bina edildiğini, kalbinin marifet, dilinin sevgi ve aklının da kanun olduğunu ama meşrutiyetin bir şahıs olmadığı ifade eder. Yani meşrutiyet bir şahs-ı manevi olan tüzel kişiliktir. Burada parlamenter sistemin çerçevesinin çizildiği anlaşılıyor. Evvela meşrutiyette hukukun (haklar) kuvvette değil, kuvvetin hukukta olduğunu ifade etmektedir. Meşrutiyetin ancak hukuk ile yaşayabileceğini, hukukun olmadığı yerde meşrutiyetin olamayacağını anlatır. Meşrutiyetin marifet kaynaklı olmasından dolayı üslubu da buna uygun bir sevgi dilidir. Meşrutiyetin çerçevesi kanunlarla düzenlenir ve bu kanunların da akla uygun olmasıgerekir.

Meşveret, meşrutiyet, cumhuriyet ve parlamento yani meclis kelimeleri kullanıldığında seçimler akla gelir. Bediüzzaman’ın seçimler ile ilgili düşünceleri onun parlamenter bir sistem ile neyi kastettiğini de açıklar. Bediüzzaman, İcmâ-ı ümmet, şeriatta bir delil-i yakînîdir. Rey-i cumhur, şeriatta bir esastır. Meyelân-ı âmme şeriatta mûteber ve muhteremdir” demek sureti ile ancak seçimler neticesinde ölçülmesi mümkün olan “icma-ı ümmet”, yani vatandaşların çoğunluğu, “rey-i cumhur” yani halkın çoğunluğunun oyları, “meyelan-ı amme” yani kamuoyunun muteber ve geçerli olduğunu ifade eder. Bediüzzaman “meşverette hüküm ekserindir” diyerek, çoğunluğun oylarına göre tanzim edilmiş bir düzenden bahsetmektedir. Ona göre azınlığın çoğunluğa tâbi olması gerekir.

Bediüzzaman’a göre parlamenter sistem, her bir insanı düşünemeyen ve iradesini kullanmayan cansız bir varlık olmaktan veya hayvan gibi idare edilmekten kurtarıp, iradesini kullanan ve yönetime katılan tam özgür insan seviyesine yani bir padişah seviyesine çıkarır. Demek ki cumhuriyet rejiminde ve parlamenter sistemde devlet başkanı ile vatandaş eşittir. İradesini kullanabilen insanın yüksek duygularla hareket edeceğini ve hayat şevkinin artacağını söyler. İnsan iradesinin devlet idaresine yansıyacak olması itibari ile, millet hakimiyeti tecelli edecektir. Milli hakimiyet değil, millet hakimiyeti olduğunu belirtmek gerekiyor. Bu da devlette saadetin sebebidir. Parlamenter sistem ile devletin ömrü ebedi olacaktır.

Bediüzzaman’a göre parlamenter sistemde idareci, toplumun omuzuna basıp yükselen bir kişi olmayıp, bilakis toplumun ayakları altına girip ve topluma hizmet ederek toplumu yükseltir. Toplumun şevkini arttırır, iyilikleri ve mükafatları topluma dağıtır. Bu hizmetler neticesinde ortaya güzel toplumsal ürünler çıkar ve idareci de “bir toplumun efendisi onlara hizmet edendir” hadisine göre efendilik makamını temsil eder. İdarecinin efendiliği halka hizmet ettiği orandadır.

Bediüzzaman, “Bir kavmin efendisi onlara hizmet edendir” hadisinin, devlet idaresi hakkında bir anayasa maddesi hükmünde olduğunu söyleyerek, bir çeşit memuriyet addettiği  idareciliği şöyle tavsif eder:

“…(hadisin) hakikatiyle, memuriyet (idarecilik) bir hizmetkârlıktır; bir hâkimiyet ve benlik için tahakküm âleti değil… Bu zamanda terbiye-i İslâmiyenin noksaniyetiyle ve ubudiyetin zafiyetiyle benlik, enaniyet kuvvet bulmuş. Memuriyeti hizmetkârlıktan çıkarıp bir hâkimiyet ve müstebidâne bir tahakküm ve mütekebbirane bir mertebe tarzına getirdiğinden, abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi, adalet, adalet olmaz, esasiyle de bozulur. Ve hukuk-u ibad da zîr ü zeber olur…”

Bu ifadelerden Bediüzzaman, tüzel kişilik olan başbakanlık makamının halka hizmet eden bir kurum olduğunu, halka baskı ile hükmeden bir kurum olmaması gerektiğini ifade etmektedir. Anayasal bir kurum olarak nitelediği başbakanlığın kulluk zaafı, kibir ve enaniyetinden dolayı temel insan haklarını ihlal eden bir kuruma dönüşme ihtimali olduğunu, bundan dolayı İslam’ın terbiye ve kuralları ile kontrol altına alınması gerektiğini ifade etmektedir.

“Hükümet hekim gibidir” diyen Bediüzzaman, hükümetin vazifesinin toplumun hastalık ve sorunlarına çözüm üretmek olduğunu ifade etmektedir. Yasama, yürütme ve yargı arasında yumuşak bir ayrılığa işaret eden Bediüzzaman, parlamentonun hakim, hükümetin ise hadim ve hizmetkar olduğunu ifade etmektedir. Bediüzzaman hükümeti parlamentoya karşı sorumlu bir konumda tutar.

 “Hulefa-yı Raşidîn… belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mânâ-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler…” diyen Bediüzzaman’ın devletin başkanı olarak bir cumhurbaşkanı tasavvuruna sahip olduğunu ama bu az evvel ifade ettiğimiz gibi daha ziyade sembolik bir cumhurbaşkanı olarak düşündüğü anlaşılmaktadır. Bediüzzaman’a göre asıl hakim olan parlamentodur. Belki cumhurbaşkanı da parlamentoyu yani milleti sembolik olarak temsil etmektedir.

Bediüzzaman yukarıda ifade ettiğim bazı görüşleri ile dönemin tartışmalarına iştirak etmiş ve önemli projeler ortaya koymuştur. Rejim ile ilgili görüşleri günümüzün tartışmalarına da ışık tutacak durumdadır. Sanırım memleketimizde, alimlerin de mevcut tartışmalara iştirak etmeleri ve kendi projelerini takdim etmeleri gerekiyor. İslami bir rejim tasavvuru da alimlerimiz tarafından ortaya konulmalı ve tartışılmalıdır.

Şimdi değilse ne zaman?