1683 Viyana Mağlubiyeti, Osmanlı Devleti’nde gerileme döneminin başlangıcıdır. O tarihten sonra; Osmanlı Devleti savaş ve toprak kaybeden, bununla beraber ganimet veren ve savaş tazminatı ödemeye başlayan bir devlete dönüştü.
Buna paralel olarak, 18. yüzyılda Sanayi Devrimi ile İngiltere ve Fransa gibi devletler zenginleşirken, Osmanlı Devleti’nin ekonomisi bozuldu ve gelirleri ciddi oranda azaldı.
Sanayileşen Avrupalılar, Osmanlı ülkesine mal satmakla yetinmeyip, büyük bankalar tarafından çıkarılan tahviller aracılığı ile borç vermenin yollarını da araştırıyorlardı. Böylece Osmanlı üzerinde mali kontrol sağlamak istiyorlardı.
1853-56 Kırım Harbi’nde savaş bütçesi oluşturmak amacıyla ile Osmanlı Devleti, Fransa ve İngiltere’nin teklifini değerlendirip ilk dış borçlanmasını yaptı (1854).
Bu borç savaş giderlerine yetmeyince 1855’te ikinci bir borç anlaşması imzalandı ve Mısır vergisi, Suriye ve İzmir gümrük gelirleri bu borca teminat olarak gösterildi.
Bundan sonra dış borçlanma Osmanlı idarecilerine kolay geldiği için kısa sürede bir geleneğe dönüştü.
1854-1874 yılları arasında toplam 238 milyon 773 bin 272 Osmanlı lirası (altın) borçlandığı halde, tahvillerin düşük fiyattan satılması ve komisyon masrafları yüzünden devletin eline 127 milyon 120 bin 220 Osmanlı lirası (altın) geçti.
1875 yılına geldiğinde hem bütçe açığı 5 milyon lirayı geçmiş hem de o yılın borç taksiti olan 14 milyon lira ödenemez hale gelmişti.
(Kaynak: DİB İslam Ansiklopedisi; Cevdet Küçük)
Bu durumun kendilerine iletilmesi üzerine Avrupalı alacaklılar, hükümetlerine baskı yaparak Osmanlı maliyesinin uluslararası bir komisyona devredilmesini teklif ettiler.
Bu arada II. Abdülhamit tahta çıkmış ve kucağında maliyesi tamamen çökmüş bir Hazine bulmuştu. Üstelik büyük yıkımlara sebep olacak 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi de başlamış ve Rus ordusu İstanbul’a kadar olan yerleri işgal etmişti.
Bu savaşın sonunda imzalanan Berlin Antlaşması ile Osmanlı borçları ilk defa uluslararası bir antlaşmanın konusu olmuştu.
Uzun süren tartışmalar ve baskılar neticesinde İngiltere, Fransa, Almanya, Avusturya, İtalya, Hollanda ve Osmanlı Devleti’ni temsilen bir üyeden oluşan Düyun-u Umumiye Meclisi adı verilen bir idare kuruldu.
Meclisin başkanlığı Fransız ve İngiliz temsilcilerine aitti. Düyun-u Umumiye, yıkılmış olan Osmanlı vergi sistemi yerine yeni bir vergi teşkilatı kurdu. 5 bin civarında çalışanı ile Osmanlı gelirlerinin yüzde 32’sini bu idare tahsil etmeye başladı.
Başarılı sonuçlar alan teşkilat, hem o tarihten sonra Osmanlı maliyesinin hem de Türkiye Cumhuriyeti’nin maliyesinin temelini oluşturdu. Avrupalılar alacaklarını tahsil edebilmek için, Türklere ‘mecburen’ maliye öğretmeye başlamışlardı.
Ekonomik açıdan kazançlı çıkan Osmanlı Devleti, siyasi açıdan zararlı çıkmıştı. Kendi topraklarında egemenliğini paylaşmak zorunda kalmıştı.
Osmanlı Devleti, Düyun-u Umumiye İdaresi’nin kuruluşunu, yeni borçlanmalar yapabilmek için kabul etmek zorunda kalmıştı. Çünkü borca müptela olmuş devlet; borç almadan ne askeri masraflarını, ne altyapı yatırımlarını, ne de personel giderlerini karşılayabiliyordu.
Avrupalılar, artık Düyun-u Umumiye İdaresi’nden teminat almadan borç vermiyorlardı. Bu idarenin kuruluşu ile devlet içinde bir devlet oluşumuna müsaade edilmiş ve devletin bağımsızlığı zedelenmişti. Yabancılar Osmanlı topraklarında vergi toplamaya başlamışlardı.
Düyun-u Umumiye İdaresi Birinci Dünya Savaşı boyunca da çalışmalarını sürdürdü. Türkiye ile 1928’de yenilenen bir anlaşma ile Cumhuriyet sonrası da varlığına devam etti. Osmanlı borçlarının yaklaşık yüzde 30’u Osmanlı Devleti’nden ayrılan devletlere verilirken, kalanını Türkiye ödedi.
1940 yılında Türkiye, artık Düyun-u Umumiye İdaresi’ni tanımadığını ve borçları üstlendiğini alacaklılara bildirdi. Borçların son taksiti 1954 yılında ödenerek, 100 yıllık borç macerası sona ermiş oldu.
“Borç, köle olmanın başlangıcıdır” der, Victor Hugo. Gerçekten de Osmanlı Devleti’nin 1854 yılında almaya başladığı borçlar, 100 yıllık bir köleliğe sebep olmuştu. Hazindir ki tarih tekerrür ediyor.
Şimdi de AKP hükümetleri Düyun-u Umumiye benzeri bir yapılanmayı hayata geçirdi.
Özellikle Yap-İşlet-Devret (YİD) ve Kamu-Özel-İşbirliği (KÖİ) modelleri ile birçok proje hayata geçirildi ve gelirleri 16-18 yıllığına yapan şirketlere tahsis edildi. Üstelik yüksek oranlarda Hazine garantili gelir taahhüdünde bulunuldu ve kalan fark Hazine tarafından karşılanıyor.
YİD ve KÖİ projeleri ile köprü, tünel, havaalanı, otoyol ve şehir hastaneleri gibi 53.7 milyar dolarlık yatırımlara, 123.5 milyar dolar Hazine garantisi verildiğini Karar Gazetesi aktardı.
İşletme hakkının devri; Düyun-u Umumiye İdaresi’nin tütün vergilerini toplama hakkını Osmanlı Devleti Tütünleri Müşterekülmenfaa Reji Şirketi’ne devretmesine benziyor.
1883-1928 yılları arasında Reji Şirketi’ne her türlü tütün üretim, alım, satım ve işletme hakkı verilmişti. Şirket ürünü köylüden ucuza alıp, pahalı satıyordu. Köylü ise yabancı firmalara, kaçak olarak üç-dört misli daha pahalıya satabiliyordu. Bundan dolayı şirket adına çalışan kolcular ile köylüler arasında meydana gelen çatışmalarda, 1883-1902 yılları arasında 20 bin kişi hayatını kaybetti.
Benzer bir durum, Türkiye’deki fındık üreticileri için de söz konusu.
Dünyada fındık üretiminin yaklaşık olarak yüzde 75-80’i Türkiye’de yapılıyor. Ve bu fındığın da yüzde 75’i ihraç ediliyor. Bu ihracın en önemli kısmı, çikolata imalatı yapan Avrupa ülkelerine yapılıyor.
Ancak garipliğe bakın ki, üreten Türkiye olduğu halde Fındık Borsası Hamburg’dadır ve fiyatları bu borsa belirlemektedir. Pekâlâ, Türkiye kendi fındık borsasını kurup fiyatları da belirleyebilir. Böyle bir girişimin olmaması son derece düşündürücüdür.
Tersine Fiskobirlik gibi yetkili kurumlar fındıkları üreticiden ucuza alıp, satıyor. Üstelik Nutella’sı ile meşhur olan Ferrero Group, önemli oranda fındık ihraç eden Oltan Gıda’yı satın alarak Türkiye fındık pazarına girmiş bulunuyor. Bu da fındık fiyatlarının kontrolünü sağlayan araçlardan bir diğeridir. Fındık sadece bir örnek, birçok sektörde benzer yaklaşımları görmek mümkün.
AKP, dış borç alabilmeyi sürdürebilmek için Türkiye Varlık Fonu’nu (TVF) kurduğunu Kuruluş Kanunu’nda açık açık ifade ediyor:
“MADDE 1- (1) Bu Kanunun amacı sermaye piyasalarında araç çeşitliliği ve derinliğine katkı sağlamak, yurtiçinde kamuya ait olan varlıkları ekonomiye kazandırmak, dış kaynak temin etmek, stratejik, büyük ölçekli yatırımlara iştirak etmek için Türkiye Varlık Fonu ve bu fona bağlı alt fonları kurmak ve yönetmek üzere Türkiye Varlık Fonu Yönetimi Anonim Şirketinin (Şirket) kurulması, yönetimi ve faaliyetlerine ilişkin esasları düzenlemektir.”
TVF yapısı itibari ile Düyun-u Umumiye’nin misyonuna talip bir yapılanma. Üstelik yabancı devletlerin Türkiye’ye verdikleri borçlara mukabil bu fona ortaklıklarından bahsediliyor. Aydınlık Gazetesi’den Sabahattin Önkibar, Katar’ın TVF’ye ortak edileceğini yazmıştı.
Önkibar’dan evvel Katar ve Türkiye Varlık Fonlarının ortaklık kuracağını, Para Dergisi Eylül 2017’de gündeme getirmişti. Türkiye’nin varlıklarına, alınan veya alınacak borçlar karşılığında, ipotek konulması veya ortaklık alınması Düyun-u Umumiyye’nin son versiyonudur.
Sonuç olarak Düyun-u Umumiyye’nin yerine, onun misyonunu yerine getiren birçok araç bugün itibari ile hayata geçmiş bulunuyor.
YİD, KÖİ ve TVF gibi usullerle ile yapılan her yatırım, kendi çapında küçük bir Düyun-u Umumiyye İdaresi’ne dönüşmüştür. Yakın bir gelecekte bütün alacaklıların tek bir çatı altında toplanması ve devletin taahhüt ettiği borçlarını tahsil yollarına başvurmaları kuvvetle muhtemeldir.