“…sakın ola ki, (o çok hilekâr şeytan dahil) aldatanlar, sizi Allah ile aldatmasın!..” (Fatır Suresi: 35/5)
Şeytanın en büyük hilelerin biri de, insanı Allah ile aldatmasıdır. Yapılan bütün ikazlara rağmen geçmiş zaman, şeytanın insanı Allah ile aldattığı örneklerle doludur. Kimileri ya bizzat tanrı olduğunu ileri sürmüş, ya kendini Allah ile insanlar arasında bir aracı, vesile ve vasıta olarak takdim etmiş, veya Allah’ın gölgesi ve temsilcisi olduğunu söyleyerek, yeryüzünde hakimiyet iddiasında bulunmuşlardır.
İddiaları ne olursa olsun; yapılanlar Tanrı’nın değil, şeytanın emrettiği işler olup, neticesi de şeytanın yeryüzündeki hakimiyeti olmuştur. Zaten İblis’in vaadi değil midir; “insanların yürüdüğü doğru yolun üzerinde durup sağlarından, sollarından, önlerinden, arkalarından, altlarından ve üstlerinden saldırıp” onları baştan çıkarmak?
Hazreti Muhammed’in peygamberliğinin bir yönü “İslam siyaset düşüncesi ve devlet yönetimi” ile ilgilidir. Karl Popper’ın “siyasi ideolojiler beşeri dinlerdir” dediği gibi, dinler de birer ilahi siyasal sistemdir. Bütün dinler için olmasa bile, İslam’ın siyasi bir düzen tasavvurunun olduğunu söyleyebilir. Ki bu tasavvuru Hazreti Muhammed hayatında tatbik ederek göstermiştir. Evet o, aynı zamanda bir devlet başkanı idi.
Hazreti Muhammed nasıl bir devlet yönetimi tasavvur etmişti?
Aslında onun tasavvurunu, ondan sonra gelen dört halife uygulamaları ile ortaya koymuştu. Hazreti Muhammed kendi tasavvurundaki siyasi düzenin “30 yıl devam edeceğini, ondan sonra şiddetli bir saltanatın hüküm süreceğini” haber vermişti. Nasıl ki Platon’un idealinde, devlet idaresi filozoflarda olması gerekiyordu, öyle de Dört Halife döneminde de bilginlerden oluşan bir heyet, hem devlet başkanının seçimine karar veriyor, hem de devletin idaresine katılıyordu. Yani seçme ve seçilmeye dayalı bir devlet düzeni vardı. O zamanın şartlarında ileri bir demokrasinin ve/veya cumhuriyet yönetiminin ortaya konulduğu söylenebilir.
Said Nursi “…âlem-i İslâmiyet, medine-i fâzıla-i Eflatuniye olmaya sezadır” demek sureti ile İslam devlet tasavvurunun Platoncu olduğuna işaret etmiştir. Kur’an’da iki yerde geçen “istişare ve şura” mekanizmalarının kurulması emri ile “ulu’l emr”e itaat emri, bilginlerden oluşan bir meclisin idareye vaziyet etmesini ve halkın da bu idareye uymasını söylemektedir. Dört Halife dönemi uygulamaları da aşağı yukarı bu minval üzerindeydi.
Bazı İslam alimlerinin hilelerinden biri de; İslam’ın bir devlet düzeni ortaya koymadığını ileri sürmeleri olmuştur. Böylece şeytanın yeryüzündeki gölgelerine zemin hazırlamışlardır. Fazlu’r Rahman haklı olarak; “Kur’an’ın istişare emrinden bir seçim sisteminin üretilememiş olmasının çok büyük eksiklik olduğunu” söylemiştir.
İslam’ın iki temel kaynağı olan Kur’an ve Sünnet ile Dört Halife’nin uygulamaları açıkça ortada iken Muaviye bin Ebu Süfyan, Hazreti Ali’ye isyan ederek ondan devlet başkanlığını kılıç zoru ile almıştı.
Hazreti Muhammed’in kurduğu devleti yıkarak, onun yerine İslamiyet öncesi Arap geleneklerine dayanan bir devlet kurmuştu. Halk Müslüman idi ve ciddi bir meşruiyet problemi vardı. Çünkü Hazreti Muhammed, yukarıda zikredilen hadiste de geçtiği gibi, 30 yılın sonunda İslami iradenin yıkılacağını ve yerine zorba bir idarenin kurulacağını haber vermişti.
Muaviye’den önce devlet başkanları kendilerine “Peygamberin Halifesi” diyorlardı. Fakat Muaviye yaşadığı bu meşruiyet krizini kendini “Allah’ın Halifesi” ilan etmek sureti ile aşmaya çalıştı. Daha da ileri giderek, uydurma bir sözü, hadis diye, meşruiyetine payanda yaptı:
“Sultan Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir…” Böylece İslam bu yönüyle Hristiyanlığa benzemeye başlamış oldu. Çünkü Hristiyanlıkta da Papa, Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisiydi. Şam valisi olduğu dönemde Bizans idarecileri gibi giyinen ve onlar gibi davranan Muaviye’nin Hristiyanlardan etkilenmesinin, bunlarla sınırlı olmadığı anlaşılmaktadır. Alimlere “din işlerine siz bakın, siyaseti bize bırakın” diyen Muaviye, “Sezar’ın hakkı Sezar’a İsa’nın hakkı İsa’yadır” der gibidir.
Aslında bu durum İslam açık bir şekilde tahrif edilmesinden başka bir şey değildi. Muaviye’nin bu tahrifi Maverdi gibi İslam düşünürlerinden de destek almıştı. Zaten Muaviye birçok alimi sarayında ağırlayıp taltif ediyordu. Bunun karşılığını da alıyordu. Bilahare bu uygulama siyasal İslam’ın ilk mimarı olan İbni Teymiyye tarafından da benimsenecekti. Bütün İslam alimleri Hıristiyanlığın tahrif edildiğini söylerler. Sanki bu söylem İslam’da yaptıkları tahrifin üzerini örtmek ve dikkatleri başka tarafa çekmek içindir.
Daha önce kimse ifade etmemiş olabilir ama İslam, en azından bu yönü ile, temel kaynakları muhafaza edilmiş olsa bile, tahrif edilmiş bir dindir. Yüzyıllar boyunca bu tür tahrifleri düzeltmeye çalışan alimler ise devrin sultan ve sultanın alimlerinin işbirliği ile ya zindanlara atılmış veya katledilmişlerdir. O günden bugüne değişen birşey yoktur.
Muaviye’nin devlet başkanlığını gaspı bununla sınırlı kalmamıştır. Yerine insanların en şerlilerinden biri olan oğlu Yezid’i veliaht olarak tayin etmişti. Böylece İslami siyasetini bir daha dirilmeyecek şekilde tarihe gömmüştü. Aslında şeytan bir kez daha yeryüzünde hakimiyet kurmuştu. Sultan da şeytanın yeryüzündeki gölgesi olarak onun emirlerini harfiyen yerine getirmeye başlamıştı. Muaviye’nin başlattığı hilafet ve saltanat savaşı, din ve milliyet savaşına evrilmiş ve Kerbela’da müminlerin kanı sel olup akmıştı.
Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olduğunu sananlardan biri de Cengiz Han’dır. Malum Türklerde ve onların akrabaları olan Moğollarda “kut inancı” vardır: “Tanrı tarafından seçildiğine inanılan bir boy, diğer boyları Tanrı adına idare etmekle görevli idi” Cengiz Han da böyle inanıyordu. Onun için yeryüzüne hakim olmalıydı. Çin’den sonra yüzünü Batı’ya çevirmişti. Harzemşahların hatalarından istifade eden Cengiz Han sefere çıkmış ve bütün İslam dünyasını işgal etmişti, Harzemşah, Selçuklu ve Abbasi devletlerini yıkmıştı.
Sarayının yanında insan kemiklerinden beyaz bir tepe inşa eden Cengiz Han, İslam dünyasında katliamlar yaparken ölçüsü şu idi: “Boyu savaş arabasının tekerleğinden daha uzun olan herkesin öldürülmesi.” Böylece katliamlarını hatırlaması muhtemel herkesi öldürmek sureti ile muhalif bir akımın doğmasını engellemeye çalışıyordu. Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi iddiasındaki Cengiz, aslında şeytanın yeryüzünde gölgesinden başka bir şey değildi. Bağdat’ı işgal eden oğlu Hülagü yaklaşık 400.000 insanı katletmiş, medrese ve cami ve kütüphaneleri yakmış ve Dicle Nehri günlerce mürekkep renginde akmıştı. Moğollar, İslam’ın o güne kadarki birikimini de yakıp yıkmışlardı.
Müslüman olmalarına rağmen Türkler kut inancını küçük bir değişiklik ile muhafaza etmişlerdi. Mesela Kayı Boyu’nun kut sahibi bir boy ve diğer Türk boylarını idare etmekle görevli olduğuna inanılırdı. Kendilerine “Zıllullahi fi’l arz” yani Allah’ın arzdaki gölgesi diyorlardı. Bundan dolayı hanedan kanı kutsal olup, yere dökülmesinin uğursuzluk getireceğine inanılırdı. Osmanlı padişahları daha kundaktaki bebekleri öldürürken, onları yay kirişi ile boğarak öldürüyorlardı. Çünkü hanedanın kanı kutsaldı ve yere dökülmesi uğursuzluk getirecekti.
Makul şüphe bu cinayetlerin mesnedi olmuştu. I. Murat kardeşleri İbrahim ve Halil ile oğlu Savcı’yı öldürmüştü. Yıldırım ise kardeşi Yakup Çelebi’yi öldürmüştü. Fetret Dönemi’nden sonra tahta geçen Çelebi Mehmet kardeşlerini, onun yerine geçen II. Murat amcası Mustafa ile oğlu Mustafa’yı öldürtmüştü.
Bu katliamlar yasal zemine Fatih döneminde kavuşmuştur: “Her kimseye evlâdımdan saltanat müyesser ola, kardeşlerini nizâm-ı âlem içün katletmek münâsibdir. Ekser ulemâ dahi tecviz etmiştir. Ânınla amil olalar”.
Artık herkes gönül rahatlığı içinde tahtları için tehlike gördüklerini ortadan kaldırabilirdi. Fatih tahta çıkınca 8 aylık kardeşi Küçük Ahmet’i boğarak öldürttü. Sonra II. Bayezid kardeşi Cem’in oğullarını, Yavuz şehzade Ahmet, Korkut ve evlatlarını, Kanuni oğullarını, III. Mehmet 19 kardeşini, III. Murad, IV. Mehmed, IV. Murad ve diğerleri kardeşlerini hep bu kanuna istinaden ortadan kaldırdılar.
Bu cinayetlere alimler fetva verirken temel argümanları şunlardı:
“Fitne, adam öldürmekten daha kötüdür.
Umumî bir zararı def edebilmek için, hususî bir zarar tercih olunur.”
Halbuki Allah kitabında şöyle buyuruyor:
“…Kim katil olmayan ve yeryüzünde fesat çıkarmayan bir kişiyi öldürürse sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir insanın hayatını kurtarırsa sanki bütün insanların hayatını kurtarmış olur. Resullerimiz onlara açık âyetler ve deliller getirmişlerdi. Ne var ki onların çoğu bütün bunlardan sonra, hâla yeryüzünde fesat ve cinayette aşırı gitmektedirler.” (Maide Süresi: 5/32)
Bu serinin son örneği günümüzde yaşanıyor. O ihtişamlı sarayının duvarına uydurulan bir hadisi asarak Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olduğunu iddia ediyor. Halbuki bu dönem işlenen suçlara, yapılan yolsuzluklara, çökülen mallara, dökülen kanlara, söylenen yalanlara, tecavüzlere, kul hakkı ihlallerine bakınca sanırsınız ki şeytan cehennemden çıkmış da Adem oğullarından intikam alıyor.
Şimdi siz karar verin; sultan yeryüzünde kimin gölgesidir?