Partili Cumhurbaşkanlığı sisteminden önce, yürütmenin kanun teklifini, komisyon ve meclis çalışmalarını takip etmek ve mezkur kanunun gerekçeleri hakkında fikir sahibi olabilmek mümkündü. Aynı hususiyet Bakanlar Kurulunun çıkardığı Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) için de geçerliydi. KHK ile çıkarılan kararlarda tüm bakanların imzası mevcuttu ve çıkarılma amacı, ilgili bakanlığın kamuoyuna yansıyan açıklamaları ile rahatlıkla anlaşılabiliyordu. Ama sistem değişikliğinden sonra, yürütmenin başı yalnızca Cumhurbaşkanı olunca onun yayınladığı kararnameleri de aynı şekilde takip etmek veya en azından gerekçeleri konusunda bilgi sahibi olmak pek mümkün gözükmüyor.
Esasında bu yeni sistemde Cumhurbaşkanlığında nasıl bir çalışma ve karar verme süreci var, onu da anlamak zor. Yani en azından Cumhurbaşkanı kararname yayınlarken, bu kararnamenin öncesinde hangi ihtiyaca binaen ve kimler tarafından, nasıl çalışma yapılıp Cumhurbaşkanı’na imzalatıldığı belirsiz. Aynı husus Cumhurbaşkanı’nın verdiği bir talimat doğrultusunda bir kararname hazırlığı için hangi sürecin işletildiği de gizli bir “sır” gibi.
Şimdiye kadar yayınlanan Cumhurbaşkanlığı Kararnamelerine belki de amaç ve süreç açısından bakıldığında aynı belirsizliklerin aşikâr olduğu görülmektedir. Büyük şehirlerde Hazır Polis Kuvvetlerinin kurulması, Türkiye’deki tüm görüntüleme sistemlerinin Cumhurbaşkanlığına bağlanması, İletişim Başkanlığı’nın kurulması, gerek görülmesi halinde şirketlere el konulması gibi hususlarda düzenleme yapılması, bu kararnamelere neden ihtiyaç duyulduğu, hangi amaç ve hedeflerin gözetildiği, nasıl bir çalışma sürecinin sonunda yayınlandığı sorularını da beraberinde getiriyor.
Temelde sorulması bir “hak” olan “Bu kararname ile ne amaçlanıyor?” ve “İhtiyaç var mı?” gibi basit iki soruya artık tek adam, Partili Cumhurbaşkanı sistemi ile son verilmiştir. Bu konunun ayrı bir paradoksu da Cumhurbaşkanının şimdiye kadar sergilediği otokratik yönetim şeklinden dolayı, kararnameleri daha çok sorgulandığıdır.
Cumhurbaşkanının 6 Ocak 2021’de çıkardığı kararname ise tüm bu soru ve şüphe alanlarını içine alan en ilginç örnektir. Yayınlanan kararname; “TSK’ye ait taşınır mal ve araçların” gerek görülmesi halinde Emniyet Genel Müdürlüğü (EGM) ile Milli İstihbarat Teşkilatı’na (MİT) devrini düzenlemektedir. Burada “taşınır mal ve araçlar” ifadesinin genişliğini dile getirmekte fayda var. Yani betonarme bina dışında kalan “her şey”. Bu, “leopar tankı” da olabilir, “F-16 savaş” uçağı da veya bir zamanlar Genelkurmay Başkanı’nın “boru” diye tarif ettiği “lav silahı” da. “Taşınır mal ve araç” tabiri akıllara zarar bir genişliği içermektedir.
İlgili yönetmelikte yapılan düzenleme ile teklif ve Milli Savunma Bakanlığı’nın (MSB) onayı ile taşınır mal ve araçlar talep edene devredilecek. Yani MİT’e ve Emniyet’e. İlave kurum veya kuruluş daha sonra eklenir mi, kestirmesi zor. Yani aynı taşınır mal ve araçların bir sivil kuruluşa, mesela Erdoğan’a çok yakın olan SADAT’a devri mümkün olabilir mi? Üzerinde düşünülmesi gereken bir soru! İçerisinde eski askerlerin çokça yer aldığı bu paramiliter organizasyonun, bu silah ve araçları kullanmakta zorlanmayacağını söylemek, pek de yanlış bir ifade olmaz.
Devir yapılacak kurumların kendi özel yapıları da, devir ile ne amaçlandığının sorgulanmasını gerektirir niteliktedir. İçişleri Bakanlığına bağlı bulunan EGM, emniyet ve asayiş hizmetlerinin yürütülmesinden birinci derecede sorumlu bir kurum. Envanterinde TSK’de bulunan silah, teçhizat ve araçların daha modernleri bulunmaktadır. Bununla birlikte Polis Özel Harekât ve Havacılık Filoları da toplumsal olaylara müdahalede hiç de azımsanmayacak bir güç oluşturuyor. İlave daha nasıl silah, araç ve malzeme ihtiyacının bulunduğu ise tam anlamıyla bilimsel bir çalışma konusu.
Aynı bakanlığın bünyesine tamamen dâhil edilerek “Askeri Kolluk Kuvveti” hüviyetini kaybeden ve yalnızca “Kolluk” kısmı kalan Jandarma ise; gene EGM gibi kırsalda emniyet ve asayiş hizmetini yürütmekten sorumlu. Jandarma, esasında İç Güvenlik Harekâtının başladığı günden bu yana askeri kolluk kuvveti olarak silah, teçhizat ve araç yönünden Kara Kuvvetleri Komutanlığı birliklerini aratmayacak bir güce sahip.
Jandarma Özel Harekât birliklerinde bulunan silah, teçhizat ve malzeme Kara Kuvvetlerinin eşdeğer birliklerinde bulunmamaktadır. Bulunmayanlar ise; Leopar Tankı, Fırtına Obüsü, uzun menzilli toplar vs. Yine Jandarmanın envanterinde olan hava araçları da Hava Kuvvetlerinin savaş uçakları dışında kalan hava araçlarından daha modern. Belki de Hava Kuvvetlerinde Taarruz Helikopteri yokken Jandarma’da bu helikopterlerden mevcut. Aynı envanter kıyaslamasını gene İçişleri Bakanlığına direk bağlı bulunan Sahil Güvenlik Komutanlığı ile Deniz Kuvvetleri Komutanlığı arasında yapsak sonuç bundan çok farklı çıkmayacaktır.
İçişleri Bakanlığına doğrudan bağlı Jandarma ve Sahil Güvenlik Komutanlığı bünyesinde bulunan tüm silah, teçhizat ve malzeme gerek görülmesi halinde çok daha hızlı ve yalnız Bakanlığın koordinesinde olacak şekilde Emniyet Genel Müdürlüğünün ihtiyaçlarını çok rahat karşılayabilir. Aynı şekilde sahada istihbarat toplamaktan sorumlu olan MİT’in olası ihtiyaçları da bu üç kurum tarafından rahatlıkla karşılanabilirdi ki! Zaten yıllardır böyle bir sorun olarak da kamuoyuna yansımadı.
Buraya kadar olan bölümü farklı şekilde ifade etmek gerekirse; Emniyet ve MİT’in ihtiyaç duyması halinde TSK’nin taşınır mal ve araçlarının devredilmesi yerine, İçişleri Bakanlığının bu dört kurum arasındaki çalışma ve koordinasyonu düzenleyen bir kararname çıkarılmış olsaydı hiçbir sorun ve şüphe kalmayacaktı.
Tabii bir de Emniyet ve MİT’in TSK’deki taşınır mal ve araçlara nasıl ve ne zaman ihtiyaç duyup talep edeceği de ayrı bir muamma. Hırsızı kovalayan polisin ona MG-3 Makinalı Tüfeği ile ateş etmesi ne kadar trajikomik bir örnekse, yürüyüş yapan topluluğa TSK’den alınan tank ile ateş edilmesi de bir o kadar vahim olsa gerek. Bu örneklerdeki trajedilerin varlığı veya olma ihtimali kararnamedeki bilinmeyenlerin vahametini daha da büyütmektedir. TSK’den devraldığı tank ile vatandaşa top atışı yapan EGM örneğini, MİT için de düşünmek mümkün. Hem onun örneği daha karışık ve çok boyutlu olacaktır. Operasyon yapma yetkisi tanınan bir istihbarat kuruluşu hangi şartlarda tank, top, zırhlı araç ve F-16 uçağı kullanacak? Üzerine kafa yorulması gereken kocaman bir soru işareti. MİT’in, SADAT gibi oluşumlara silahları devretmesi hususu haber elemanları için de genişletilir mi? Veya böyle bir ihtimal mevcut mu?
Kararnamenin bu sorulara ilave daha birçok soru barındırdığı veya sakladığı kesin. Mesela böylesi bir kararname esas alınarak MSB, İçişleri Bakanlığı ve MİT arasında ayrıca bir eğitim, araç ve gereçlerin yeri hakkında bilgi paylaşımını da doğal bir sonuç olarak gerektirmekte midir? Devri yapılması muhtemel malzemeler veya taşınır mal ve araçların kullanıcı eğitimi yapılacak mı? Emniyet ve MİT elemanları tank şoförlüğü veya savaş pilotluğu eğitimi alacaklar mı? Halhazırda MİT ve EGM bünyesinde F-16 uçağı için savaş pilotluğu eğitimi alan var mıdır?
Şüphesiz içi dehşet dolu varsayımlar ve sorular barındıran bir kararname. Ama yine de düşünülmeden geçilmeyecek konular. TSK, Jandarma ve Sahil Güvenlik Komutanlığına alternatif yeni Emniyet ve MİT ordusu mu kurmayı amaçlıyor birileri? Bu, en absürt soru olarak bir yerlere not edilmeli. Absürt dediğime bakmayın. Osmanlı Devleti’nde alternatif ordu kurmak isteyen ve/veya bunu başarabilen padişahların sayısın hiç de az değildir. Hiç araştırma yapmadan Genç Osman, III. Selim ve II. Mahmut ilk aklıma gelenler.
En başta belirtildiği gibi “amacı” ve “hedefi” GİZLİ duran kararnamelerin şüphe ile irdelenmesine çok ihtiyaç var. Çıkan kararnamelerde polisiye düzenlemelere yönelik olanların sayısının da az olmaması ise işin ayrı bir boyutu. Ekonomi, pandemi, Doğu Akdeniz, Libya ve Suriye gibi temel sorunlar mevcutken TSK’nin taşınır mal ve araçlarının devredilmesine dair düzenleme sizce de garip değil mi? Şüphe etmediğimiz her kararname birilerinin kötü emellerine hizmet ediyor olabilir.
Aynı dizideki replik gibi:
“Demedi deme İbrahim!”
“Birileri çok kötü bir şey planlıyor!”

Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.