Türkiye’nin son iki asrı toplumun farklı kesimlerinin birbirleriyle mücadelesi ile geçti. Gücü ele geçiren, karşısındakini -arkadaşı ve kardeşi bile olsa- ötekileştirerek düşmanlaştırdı. Bu ötekileştirme ve düşmanlaştırma üzerinden taraftar ve güç tahkimi yapıp, tahkim ettiği bu gücü de ikbal ve istikbali için tehlike gördüklerini ezmekte kullandı.
Elbette bunların hepsi, iktidarı ilelebet sürdürmek için yapıldı. Haksızlık ve zulümde öyle aşırıya gidildi ki, her aşırılığın zıddına inkılap etmesi mukadder olduğundan, zıddını kimsenin olmadığı bir tenhada gözlerden ve kulaklardan ırak bir şekilde kendisi doğurdu.
Mustafa Kemal, dini istismar edip iktidarını tahkim için istibdat vasıtasına dönüştüren İkinci Abdülhamit aşırılıklarının zıddı olan İttihatçılar arasından çıktı. O bir bakıma İttihatçıların tecrübesini 20. Yüzyıla taşıyıp ona vücut kazandıran liderdir.
Uzun mücadeleler sonucunda iktidarı ele geçiren Mustafa Kemal, sabık dönemin rövanşını almak için kanlı mücadelelere girişti. Önüne çıkan Şeyh Said Olayı gibi fırsatları iyi değerlendirdi ve “olgunlaşmış kelleleri” bir bir aldı. Kurduğu Tahrir-i Sükûn düzeni ile muhaliflerini ezip geçti. İslamcılar, Kürtler, Aleviler onun rövanşından nasiplerini aldılar. Ortalık ölüm sessizliğine büründü. Çoğunluğu dindarlar ve İslamcılar olmak üzere muhalif binlerce kişi İstiklal Mahkemelerinde sorgusuz sualsiz idam edildi.
Militarist bir devlet ideolojine dönüşen Atatürkçülüğün mezkûr aşırılığı da zıddına inkılap ederek farklı bir doğuma zemin hazırlamıştır.
1960’ların sonlarında ortaya çıkan siyasal İslamcılık kendi arşında, giderek Tayyip Erdoğan olarak tecelli etmiştir. Erdoğan Atatürk’ün zıddıdır, Erdoğancılık da Atatürkçülüğün.
Bu iki ideoloji, birbirine düşmanlıktan beslenen rövanşist ve totaliter rejimler inşa etmiş ve muhaliflerini entrika ve tuzaklarla bertaraf etmeyi başarmışlardır.
Erdoğan’ın iktidarı bir “karşı devrim” olarak adlandırılmıştı çoğu çevrelerce. Karşı devrimi pek sahiplenmiyor görünse de, aslında uzun yıllardır süren Erdoğan ve iktidarı, en temelden bir “karşı devrim projesi” idi. Ve büyük bir ustalıkla bu karşı devrim yolunda yapılan icraatların sorumluluğunu Gülen grubuna yüklemeyi başarmıştı.
Örneğin Genelkurmay Eski Başkanı İlker Başbuğ’un tutuklanması emrini bizzat kendisi verdiği halde, ekranlara çıkıp bunu yapanları kınayarak Gülen grubunu hedef gösterdi ve okların oraya çevrilmesini sağladı. Cemaatin medyası ve alt düzey idarecileri bu işe sahip çıkarak tarihi bir tuzağa düşmüşlerdi.
Tuzağa düşen sadece Cemaat değildi. Erdoğan’a muhalif birçok kesim de bu tuzağa düşmüş ve Erdoğan’ın suçlarını Cemaat’e yüklemişlerdi. Bu durumdan Erdoğan daha da güçlenerek çıktı.
Daha vahimi ise Atatürkçülerin, Cemaat’e karşı Erdoğan ile ittifak ve iş birliği yapmasıdır. Özünde birbirine düşman Erdoğancılar ve Atatürkçüler, kendi aralarındaki mücadeleye tehir ve sanal düşman Cemaat’e karşı iş birliği yaparak, en ağır silahlarla saldırıya geçtiler. Yaktılar, yıktılar.
Ama kendilerine mukabele edecek herhangi bir güç veya insan bulamadılar. Bir mantar tabancası bile patlamadı, saldıran kuvvetlere karşı herhangi bir mukavemet olmadı. Gülenciler ise canavarların saldırısına uğrayanlar gibi sadece kaçtılar.
Şimdi aklı başında Atatürkçüler de sözde FETÖ’nün tarihin en büyük uydurması olduğunu itiraf ediyor. Ediyorlar, çünkü kendi elleri ile yarattıkları canavarın kendilerine yemeye başladığını gördüler.
Binaenaleyh Cemaat ile mücadelenin kardan zarara dönmeye ve AKP’lileri de artık rahatsız etmeye başladığını ve artık kazandırmadığını Erdoğan da görüyor.
Dolayısı ile düşmanlıktan beslenen Erdoğan’ın yeni bir düşmana ihtiyacı var. Erdoğan’ın aradığı yeni düşman ise kısa bir süre için ortaklık ettiği kadim düşmanı Atatürkçüler hemen yanı başında, ellerinin ulaşabileceği mesafede bulunuyor.
Bu arada İhsan Dağı Atatürkçülüğün sivilleşmesini gündeme getirdi. Erdoğan’ın devleti ele geçirmesi ve TSK dahil bütün kurumları partinin birer yan kuruluşuna dönüştürmesinin neticesi olarak, dışlanan ve daha evvel devlete dayanan Atatürkçülerin sivilleşmeye başladığını ifade etti.
Doğrusu ben buna şüphe ile bakıyorum. Özellikle TSK ile bir şekilde ilişiği kesilen kadroların – ki AKP iktidarı boyunca yapılan tasfiyeler hatırı sayılır bir yekûn oluşturur – sivil toplum kuruluşları oluşturarak sivil muhalefete girişmeleri ne kadar ve nasıl bir sivil harekettir?
Atatürkçülüğün terminolojisini bilenler işin temelinde Kuvayı Milliye hareketinin olduğunu da bilirler. Memleket işgale uğraması ile sivil direniş cemiyetleri kuran Kuvayı Milliyeciler esasında Osmanlı Ordusu’nun Mondros Mütarekesi ile terhis edilmesinden sonra milletin sinesine dönen ve milleti bozuk düzene ve işgalcilere karşı teşkilatlandıran, çoğunluğu eski askerler olan kadrolardır. Ben Atatürkçülerin sivilleşmesini, daha çok milletin sinesine dönen tekaüt askerlerin, tıpkı bir işgal ile mücadele eden Kuvayı Milliyecilerin hareketlerine benzetiyorum. Bundan dolayı bu hareketin sivil olup olmadığını tartışmak gerektiğini düşünüyorum.
Emin olmamakla beraber şunu sormak istiyorum: TSK’den tekaüt edilen askerler günün birinde lazım olur diye bir yerlere silah gömmüşler midir? Çünkü Ergenekon davaları sürecinde Zir Vadisi gibi yerlere gömülen silah ve cephaneler diye bir gündem vardı.
Paramiliter kuvvetler hazırlayan Erdoğan, seçimi kaybettiği takdirde, iktidarı bırakmazsa, Erdoğan’ın bu paramiliter kuvvetlerine karşı eski TSK mensupları bir karşı taarruza geçerler mi? Hem Erdoğan hem de Atatürkçüler kanlı bir kavganın hazırlığını mı yapıyorlar? Yapmıyorlar diyemem.
Bu günlerde yanlış yorumlandığını düşündüğüm iki konu var. İlki AYM’nin, Afyon’da gözaltına alınan bir vatandaşın polisler tarafından işkence ve tecavüze maruz kalmasının hak ihlali olduğuna karar vermesi. Üstelik kararda İrfan Fidan’ın da imzası bulunuyor.
İkincisi ise 29 Aralık 2020’de kaçırılan ve o günden beri kendisinden haber alınamayan ve Eylül ayında hapiste olduğu ortaya çıkan Hüseyin Galip Küçüközyiğit meselesi.
Her iki hadisenin Erdoğan’ın iyice güç kaybettiği ve Atatürkçülüğün yükselmeye başladığı ve bununla ilgili yayınların yapıldığı dönemde gerçekleşmesi gerçekten de manidardır.
Kanaatimce Erdoğan kurduğu korku düzenini daha sofistike hale dönüştürmek ve toplumun bütün kesimlerine bu korkuyu iliklerine kadar hissettirmek istiyor. En çok da Atatürkçülerin.
Yapılan onlarca hapishaneyi, yeni adliye binalarını milletin gözüne sokan Erdoğan mezkûr son iki olayla şu mesajı veriyor:
“Sakın başınızı kaldırmayın… Saraydaki pezevenk, kokainci, katil ve hırsız kadroları gibi Emniyet’te de tecavüzcü, katil ve hırsız kadroları var. Elimize düzerseniz canınız, malınız, namusunuz elden gider. Baş kaldıranları bir gece alıp kaybederiz bir daha aylar ve yıllar geçer kimse sizden haber alamaz… Gerisini siz düşünün.”
Evet verilen mesaj gayet net.
Aslında AYM’nin, artık ayyuka çıkmış tecavüz ve işkence gibi insan onuruna yapılan saldırılara hala inanmayanları, tam inandırmak için böyle bir karar verdiğini düşünüyorum. “Şüphe edenlerin kalpleri mutmain olsun ki işkence ve tecavüz yaygındır” demek istiyor AYM. Adalet Bakanlığı’nın aylar süren sağır rolünden sonra kaçırılan kişinin ellerinde olduğunu açıklaması, korkunun her tarafa yayılmasını sağlamak amacına matuftur. Yoksa ne AYM ne de Adalet Bakanlığı insafa gelmiş durumda.
Seçim tarihi yaklaştıkça – ki Atatürkçülerin seçimi kazanma ihtimali kuvvetli gözüküyor – Erdoğan muhaliflerle olan mücadelesinin dozunu yükseltecek ve onları kımıldayamaz hale getirmeye çalışacaktır.
Hatta Türkiye’nin yeniden bir Takrir-i Sükun düzenine sokulması dahi söz konusu olabilir. Takrir-i Sükun’un zemini bir yerlerde pişiriliyordur belki de.
Şimdi istabdat ile yöneten Erdoğan, yönetebilmek ve iktidarını sürdürebilmek için ya istibdatı arttırmak zorundadır veya yönetimi devretmeyi kabul etmek zorundadır.
Sizce seçimi kaybeden Erdoğan, iktidarı iradesi ile muhaliflerine teslim eder mi? Haziran 2015’de dediği gibi, Erdoğan’ın intihar edecek hali var mıdır?