Yaşanan siyasi hadiseleri devrin siyasi konjonktüründen bağımsız olarak değerlendirmek eksik olacağı gibi, aynı zamanda bu yorum ve değerlendirmelerde hata ihtimalini de yükseltir.
18 Ekim 2021’de ABD öncülüğünde yayınlanan Osman Kavala bildirisi de böyle. Bildiri sürecinde yaşananları tam olarak anlayabilmek için önce genel siyasi konjonktüre bakmak faydalı olacak.
Başkan Joe Biden seçildiği günden itibaren en çok üzerinde durduğu konuların başında demokrasi ve insan hakları gelmekte. Öyle ki bu demokrasi ve insan hakları konusunu uluslararası yeni bir “pakt”a, Demokrasi Zirvesi’ne, dönüştürmek ve bu yeni pakt vasıtası ile demokrasi ve insan hakları düşmanlarına karşı mücadele etmeyi murat etmekte.
Demokrasi ve insan haklarının düşmanlığını zirvede elinde tutan Çin mücadele edilmesi gereken en büyük güce dönüşürken, Türkiye ve Belerus gibi demokrasi ve insan hakları bakımından Çin’in ardısıra sürüklenen “vassal” (ortaçağ tarzı derebeylikle yönetilen) ülkeler, Demokrasi Paktı’nın mücadele etmesi gereken “vassal güçlere” doğru evrilmekteler.
Trump döneminde Transatlantik ilişkilerde gerileme yaşanmış ve Fransa Cumhurbaşkanı bu durumu “NATO’nun beyin ölümü” olarak tanımlamıştı. Hal böyle olunca AB, NATO’ya bağlı olan güvenliğinin tehlikeye girdiğini görmüş ve PESCO (The Establishment of the Permanent Structured Cooperation) adıyla yeni bir güvenlik mekanizması kurmak için çalışmalara hız vermişti.
Başkan seçildikten sonra Biden, AB ile ilişkilerini tamir etmeye çalışırken gerçekleşen iki büyük olay, tesis edilmeye çalışılan güven ortamına darbe vurmuştu.
İlki, ABD’nin Afganistan’dan çekilme kararını AB ve NATO’daki müttefiklerine danışmadan hızlı bir şekilde alması, AB’nin kendi güvenliği konusunda ABD’ye olan bağlılığını bir kez daha sorgulamasına sebep oldu.
İkincisi ise Avustralya’nın Çin’e karşı İngiltere ve ABD ile kurduğu AUKUS (Avustralya, United Kingdom ve United States kelimelerinin kısaltması) Paktı ve buna dayalı olarak Fransa ile 2016’da imzalanan 31 milyar euro değerinde 12 denizaltı satın alma projesini iptal edip, onun yerine ABD’den nükler enerji ile çalışan 8 denizaltı alma anlaşması imzalanmasıdır. Fransa Dışişleri Bakanı bu anlaşmaya “Sırtımızdan bıçaklandık” diyerek tepkisini ortaya koymuştu.
Avrupa Birliği’nin Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Sorumlu Yüksek Temsilcisi Josep Borrell ise “Böyle bir anlaşma herhalde bir gecede ortaya çıkmadı. Üzerinde uzun süre çalışıldığını tahmin ediyorum. Bize bilgi verilmemesi, bu müzakerelere dahil edilmememiz üzücü. Bu bir kez daha bizi Avrupa stratejik özerklik meselesine öncelik verme ihtiyacı üzerinde düşünmeye zorluyor. Bu, kendi başımıza ayakta kalmamız gerektiğini gösteriyor.”
Bu durumda bir tarafta Demokrasi Paktı kurmaya çalışan ama bu paktta önemli bir rol oynayacak Avrupa Birliği üyelerini kaybetmek ile yüzyüze gelmiş bir ABD var.
Diğer tarafta ise Avrupa Konseyi üyesi olduğu ve Avrupa ile ekonomik, siyasi ve stratejik ilişkileri çarpık hale gelen bir Türkiye var.
Avrupa’nın dibinde ve arada bir Avrupa ülkelerini bir şekilde tehdit eden bir Türkiye.
Akdeniz ve Ege’de sürekli sorunlar çıkaran, Avrupa’yı istikrarsızlaştırmak için elindeki imkanları seferber eden bir iktidar var Türkiye’de. Üstelik taahüt ettiği halde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarına da riayet etmiyor.
Kısacası diğer tarafta Türkiye ile başı dertte olan bir AB veya AB’nin başına bela olmuş bir Türkiye var.
Şimdi bu konjonktürü dikkate larak bildiri krizine bakalım.
Aslında AİHM’in verdiği hem Osman Kavala hem de Selahattin Demirtaş kararlarına Türkiye’nin uymamasına karşı tepki koyma ve müeyyide uygulamaya yetkili kurum, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’dir. Bakanlar Komitesi, Türkiye’nin oy kullanma hakkını kısıtlama veya Avrupa Konseyi üyeliğini durdurma gibi yeni kararlar alabilirdi.
Muhtemeldir ki taşıdığı risklerinden dolayı AB Bakanlar Konseyi böyle ağır bir kararı alamamakta.
Tam da bu sıkışmışlık içinde AB’nin imdadına ABD ve müstakbel Demokrasi Paktı’nın üyeleri yetişip Osman Kavala bildirisini yayınlıyor. Demokrasi Paktı Erdoğan’a kırmızı kar göstererek ona karşı ilk hamlesini yapıyor.
18 Ekim 2021’de Almanya, Danimarka, Finlandiya, Fransa, Hollanda, İsveç, Kanada, Norveç ve Yeni Zelanda Büyükelçilikleri’nin iştiraki ile ABD Ankara Büyükelçiliği’nin sayfasında yayınlanan Osman Kavala bildirisinde; Türkiye’den, kendi iç hukukuna ve antlaşmalarla bağlı olduğu uluslararası hukuka (AİHM kararları) karşı yükümlülüklerini yerine getirip, Osman Kavala’nın serbest bırakılmasını talep edildi.
Recep Tayyip Erdoğan da hadisenin başını sonunu düşünmeden, kendine verilen bir pası gole dönüştürmeyi düşünen forvet oyuncusunun topa abanması gibi, bu on ülkenin Büyükelçilerini “istenmeyen adam” olarak ilan etme emrini verdiğini ifade ederek tribünlere sert bir şut çekti.
Öfkesine yenildiği herhalinden belli olan Erdoğan’ın bu emrinden sonra Ankara’da yaşanan bir kaç günlük sessiz ve yoğun diplomasiden sonra, ABD Elçiliği’nin Viyana Sözleşmesinin 41. Maddesine yaptığı atfı, geri adım olarak değerlendirip Büyükelçileri sınır dışı etmekten vazgeçtiğini açıkladı. (Muhtemelen bu süre zarfında anlaştılar, ve yakın bir zamanda, rehin olan Osman Kavala serbest kalabilir.)
Bilahare ABD yaptığı açıklamada, Osman Kavala bildirisinin Viyana Sözleşmesi ile uyumlu olduğunu ve insan hakları ve hukukun üstünlüğünü savunma taahhüdüne bağlı kalacaklarını ifade ederek, aslında herhangi bir geri adım atmadıklarını geri adım atanın ise Erdoğan olduğunu zımnen ifade etmiş oldu.
Pekala, 18 Ekim’den beri yaşanan fırtınadan geriye ne kaldı?
Evvela ABD öncülüğündeki Demokrasi Paktı’nın müstakbel üyelerinin Osman Kavala bildirisi bize yeni bir şey anlatmalı.
O da kurulmakta yeni dünya düzeninde Erdoğanlı Türkiye’nin Demokrasi Paktı’nda yerinin olmadığı.
Bu Türkiye’nin alması gereken en önemli ders.
Binaenaleyh Erdoğan gibi saldırgan, kavgacı ve totaliter liderlerin varlığı Demokrasi Paktı’nın kuruluşunu da zaruri hale getirmekte. Bununla birlikte AB’nin güvenlik ve huzur ihtiyacı da ayrıca yeni bir paktı zaruri hale getirmekte.
Erdoğan’ın Akdeniz ve Ege’deki saldırganlığı, Avrupa’ya liderlerine karşı kullandığı dil ve retorik, Osman Kavala, Selahattin Demirtaş ve diğer siyasi mahkum dosyalarındaki duruşu gibi hadiseler AB’nin ABD’ye olan ihtiyacını bir kez daha teyit etti.
Bu teyit AB ile ABD arasında yaşanan krizleri bir tarafa bırakmayı ve daha sıkı işbirliğine gitmenin lüzumunu da ortaya koydu.
Böylece Erdoğan, hiç istemeyerek hayırlı bir işe vesile, ve Demokrasi Paktı’nın çimentosu oldu.
Pekâlâ, çok ince hesaplanmış Osman Kavala bildirisinde kazanan taraf hangisidir?
Varın kararı siz verin.