Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş ama bir arpa boyu yol almamış bir milletiz biz. Üstelik bizimle aynı çağı yaşayan milletler, çağ çağ üstüne atlayarak “terakki ettikleri” (ilerledikleri) halde bizler 17 ile 19’uncu asır arasında sıkışmış ve bir türlü yeni bir çağa geçememişiz. Dairesel debelenmeleri ise ilerleme sanmışız.
Üç asrı devirdik buhranlar anaforunda.
Bu dipsiz girdabın dördüncü asrına yine savrularak, debelenerek ve sürünerek girmiş bulunuyoruz.
Abarttığımı sananlar mı var?
1839 tarihli Tanzimat Fermanı ile tedavi reçeteleri sunulan sorunların hepsi ve daha fazlası tekrar ve tekrar gündeme geliyorsa, bu devlet, bu halk hangi çağı yaşıyor sanıyorsunuz?
· Bütün vatandaşların can, mal ve namus güvenliği sağlanacak
· Adil yargılanma hakkı verilecek
· Vergide adalet olacak
· Rüşvet yasaklanacak
· Müsadere kaldırılacak
1839 yılından tedavi edilmeye çalışılan bu sorunların hemen hepsi günümüzde var mı, yok mu?
Mezkûr sorunlar daha çok sistem, yani devlet kaynaklı sorunlardı. Üstelik Tanzimat’tan önce hazırlanan raporlara da yansımıştı bu sorunlar. Bazı devlet adamları müdahale etmek de istemişlerdi. Ama netice alınamamıştı.
Pekâlâ Tanzimat çözüm oldu mu?
Elbette hayır.
Bilahare, 1856’da Islahat Fermanı, 1876’da Kanun-i Esasi’nin ilan edilmesi, 1908’de aynı kanunun tekrar yürürlüğe girmesi… derken Cumhuriyet döneminin istibdatlar ve darbelerle sürekli kesintiye uğrayan demokrasi macerası ve Erdoğan totalitarizmi hep aynı çözümsüzlüğün tecellisinden başka bir şey değil.
Devletin modern bir devlet olamayışı bir tarafa, toplumun da bir “sosyal sözleşme” ile bir arada yaşama iradesi ortaya koyacak anlayış, tolerans, bilgi ve tecrübe birikiminden mahrum olması sorunların katmerleşmesine sebep oldu.
İslam dinini referans kabul ettiğini ilan eden bir toplum ve yöneticilerinin üç asırdır Medine Sözleşmesi’nden haberdar değillermiş gibi davranıp, yüzlerce yıldır ekmeklerini paylaştıkları insanlara karşı hasımca tavırlara girmesi, ancak art niyet ve cehl-i mürekkep ile açıklanabilir.
Düşünün: Tarih bilmeyen ve tarihten ders almayan bir halk sandığa gitti ve o halkın çoğunluğu daha çok padişahlığa benzeyen bir sistemi hayata geçirdi.
Böylece üç asır evvel o sistemin sebep olduğu bütün toplumsal ve siyasal hastalıklar yeniden canlandı.
Şimdi aynı halk yavaş yavaş kendi elleri ile kurdukları sistemin mağdurlarına dönüşüyor.
Pekâlâ, problem nerede?
Sorun yapısaldır ve daha çok devlet aklından kaynaklanıyor.
Devlet bir insan topluluğunun mücerret düzeni. O çoğu zaman bir kanun şeklinde tecelli eder.
Eski zamanlarda mezkûr kanunun yerinde bir kişi veya hanedan bulunurdu. Modern zamanlarda ise o kanuna Kanun-i Esasi yani Anayasa deniyor. Devlet aklı ise o kanunun icaplarını ifade eder.
İdeal devlet milletin ruhundan fışkıran bir kanun şeklindedir. Yani devletten önce bir millet vardır ve o millet kendi kanununu yapar ve devletini kurar.
Bizde ise durum tam zıddı. Milletten önce devlet var.
Devlet milleti inşa etmiştir.
Devlet, milleti inşa ettiği için kutsal.
Devlete “baba” ve “ana” gibi ifadelerle hitap edilmesinin altında yatan sebep devletin kuruculuk, koruyuculuk gibi özelliklere sahip olması.
Bu durumda devlet esas, millet ise teferruat olur. Millet devlet tarafından inşa edildiğinden, millet devlete hizmet ederek, itaat ederek, asker ve vergi vererek borcunu öder. Hikmet-i hükümet de denen devlet aklı böyle çalışır.
Aksi düşünce, olay ve olgular devlet tarafından cebir ve şiddetle ortadan kaldırılır. Çoğu zaman bu iş katliamlara varır. Millet de büyük bir iştiyakla bu katliamın ortağı ve/veya aracına dönüşür. Milletin devlete gönüllü köleliği devam eder gider.
Bu denklemde herkese bir rol biçilir. Siyasi partiler ise kritik bir rol oynar. Bu düzende siyasi partilerin varlık gayesi, homojen olmayan toplumun farklılıklarını çatışmaya vardıracak şekilde derinleştirmektir.
Böylece dayanışma ve iş birliğinin nedeni olması gereken toplumsal farklılıklar kavgaların sebebi olur. Kavgalar da toplumun farklı parçalarının bir parti etrafında konsolide olmasına sağlar. Partiler bu parçalardan farklı ve birbiri ile çatışan kimlikler inşa eder.
Evet, Türkiye’de var olan kimliklerin nerede ise tamamı siyasi partiler eliyle inşa edilmiştir. Parçaları birbiri ile çatışan toplum siyasi partiler eliyle tam denetim altına alınır.
Bu tuzağı anlayıp da toplumda farklı açılımlar yapmak isteyenlerin kaderi ise devlet ve aracı partiler tarafında ezilmesidir. Farklı bir davranış sergileyen partilerin kaderi ise, en hafifi ile, kapatılmaktır. Böylece ceberut devlet siyasi partiler vasıtası ile toplum üzerinde hakimiyet tesis eder.
Devlet efendiliğe, halk da köleliğe devam eder.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun piyasaya sürdüğü “helalleşme” meselesi, bir yönü ile devletin suçunu itiraf ediyor. Kastedilen, sanırım, devletin millet ile helalleşmesi. Ama eksik bir helalleşme bu.
Suçlu sadece devlet değil ki. Toplum da suçlu ve suç ortağı.
Atatürkçüler, sağcılar, solcular, İslamcılar, muhafazakarlar, Ülkücüler, Ergenekoncular, Kürtler, Cemaatçiler, ilaahir… herkes suçlu.
Dikkatli bakılırsa ellerinde kan olmayan bir grup yok gibi. Çatıştıran devlet olsa da çatışan toplumun parçaları nice açık ve gizli suçlara imza atmış durumda. Şimdi bu suçları anlatmaya kalkışsak buradan – Washington DC’den – köye (Malatya’ya) yol olur. Hatta Atlas okyanusunun üzerine köprü bile olur. Sadece Beşli Çete ve reisinin suçları bu köprüyü yapmaya yeter, artar bile.
Toplum bir çözümsüzlükten, başka çözümsüzlüklere yelken açıyor. Yapısal sorunlar pek gündeme getirilmiyor. Türkiye’nin tarihini bilenler acıklı bir kısır döngünün tekrarına şahitlik ediyorlar.
Şimdi Erdoğan “gidici”, yerine geleceklerin de 15, 20 yıl sonra Erdoğan’ın durumuna düşeceklerini beklemek bizim devletin doğasının gereği.
Tıpkı Erdoğan’ın mücadele ettiği seleflerinin durumuna düşmesi gibi.
Benim çözümüm ise şu: Toplumun bütün parçalarının birbiri ile helalleşmesi.
Acıları yarıştırmanın ve intikam yeminleri yapmanın gelecek nesillere faydası yok.
Çocuklarımıza yaşanabilir bir ülke bırakmanın yolu, toplumun bütün parçalarının birbiri ile helalleşmesi ve yeni bir sosyal sözleşme ile bir arada ve birlikte yaşama iradesini ortaya koymak.
Artık millet kendi devletini inşa etmeli.
Kimsenin kimseyi değiştirmeye çalışmayacağı, herkesin yekdiğerini kendini tanımladığı şekilde ve konumda kabul edeceği, herkesin doğuştan sahip olduğu hakları yaşamasına ortam hazırlayacak yeni bir sosyal sözleşme ve buna dayalı bir anayasa çözüm olabilir. Bu yeni bir devlet demek.
Aslında her anayasa değişikliği ile yeni bir devlet kurulmuştur Türkiye’de. Buna kibarca Birinci, İkinci, Üçüncü Cumhuriyet diyorlar. O halde biz de kibar olalım ve Yeni Cumhuriyet diyelim buna.
Türkiye’nin eskileri unutturacak kadar güzel Yeni Cumhuriyet’e ihtiyacı su ve ekmeğe ihtiyacından daha şiddetli.
Elbette geçmiş de unutulmamalı. Ama bu geçmiş, yapılan yanlışların bir daha tekrarlanmaması için ibretlik hadiseler olarak adil mahkemelere konu olmalı ve gelecek nesillere anlatılmalı.
Tıpkı Almanya’da Hitler döneminin anlatıldığı gibi.