1808 tarihli “Sened-i İffifak” vesikası anayasa tartışmalarının başlangıcı kabul edilebilir. 1839 Tanzimat Fermanı, 1856 Islahat Fermanı, 1876 I. Meşrutiyet veya Kanun-i Esasi’nin İlanı, 1908 II. Meşrutiyet, 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, 1924 Anayasası, 1960 Anayasası, 1980 Anayasası ve 2010 Anayasa değişiklikleri göz önüne alındığında karşımıza kimlik bunalımı yaşayan bir kavmin fotoğrafı çıkar.
Malum, Anayasalar toplumların birlikte yaşama sözleşmeleridir. Ne oldukları konusunda zihin karmaşası yaşayan ve “birbirimizden bir daha ayrılmayacak bir şekilde nasıl bir arada yaşarız” sorusuna cevap bulamayan (veya aramayan) kavimler, konjonktürün akışına göre yasal düzenlemeleri anayasa diye takdim ederler.
Yukarıda zikredilen anayasalarda, genellikle, bir kesim diğer kesimlerle bir arada yaşamak için değil, bir muktedir kesim kendi yaşam alanını genişletirken ötekilerinin yaşam alanını daraltmaya yönelik düzenlemeler yapmışlardır. Dolayısı ile bu anayasaların ömrü, bir insan ömrü kadar olamamış ve bırakın milletin sorunlarını çözmeyi, anayasayı bizzat yapan muktedirlerin dahi sorunlarını çözmeye yardımcı olamamıştır.
Hatta bu anayasal düzenlemeleri yapanlar, bizzat yaptıkları anayasaların mağduru haline dönmüşlerdir.
Halbuki Müslüman bir toplum böyle mi olmalıydı? Müslüman bir toplum anayasa yaparken neyi referans kabul etmeliydi? Aslında bu soruların cevabı, duymak isteyenler için, apaçık ortada durmaktadır. Madem Müslümanlardan bir ses yok, biz de üç asır önce yaşamış İngiliz filozof ve tarihçi Edward Gibbon’un şu sözüne kulak verelim:
“Ganj Nehri ile Atlas Okyanusu arasındaki memleketler, Kur’an’ı, anayasa ve kanunların ruhu olarak tanımışlardır. Kur’an’ın bakış açısında, kudretli bir hükümdarla, zavallı bir fakir arasında fark yoktur. Kur’an, bu gibi esaslar üzerinde öyle bir anayasa vücuda getirmiştir ki, dünyada bir benzeri yoktur.”
Evet Kur’an-ı Hakim Müslüman toplumların anayasasıdır ve yapılacak kanunların da ruhudur. Kur’an-ı Hakim; insan ile Allah, birey ile toplum ve devlet, insan ile eşya arasındaki ilişleri de düzenler. Bireysel hayat gibi toplumsal ve siyasal hayatı da düzenler. Onda yaş ve kuru her şey yazılmıştır. Yeter ki o Kitab’a müracaat etmeyi aklımıza getirelim. Kur’an’a müracaat edenler kimlik bunalımından kurtulma imkanını da bulacaklardır.
Bediüzzaman Said Nursi de Kur’an’ın bir anayasa kitabı olduğunu çeşitli örneklerle ortaya koyar. Bediüzzaman’ın siyaset düşüncesinde devlet, soyut bir kavramdır. Devlet toplumun ruhu, devletin ruhu ise kanunlardır. Dolayısı ile toplumun ruhu konumundaki devletin bazı temel kanunlar manzumesine dayanması gerekir ki bu kanunlara anayasa denir.
Bediüzzaman bir çok eserinde “Kur’an’ın kanun-u esasisi” yani “Kur’an’ın anayasası” ifadesini kullanır. Anayasanın Kur’an’a dayanmasının ona büyük bir kuvvet kazandıracağını şöyle ifade eder:
“Hem de kuvvet kanunda olsun. … Kanunun kuvveti, mukanninin kuvvetiyledir. Kanun-u ilâhideki kuvvet ve akaid-i hakka cihetiyledir ki, bir zaman-ı kasirde şark ve garbı adalete mazhar ve istilâ etti.”
İlahi kanun olan Kur’an’a dayanan bir anayasanın ilahi kuvvete dayanacağını, yani insanların bu kanunlara ibadet duygusu ile itaat edeceklerini ifade etmektedir.
Burada bir soru aklımıza gelebilir: Kur’an’a inanmayan veya onu bir hayat kitabı olarak benimsemeyen toplum kesimleri ne olacak? Anayasa, bir toplumsal uzlaşma kitabı olduğuna göre, bu sorun nasıl çözülecek?
Bu sorunun cevabı, ancak Kur’an’a dayalı bir Anayasa taslağı ortaya konduğunda, gelebilecek muhtemel itirazlar görüldüğünde, verilebilir. Kanaatime göre Kur’an Hakim, evrensel esasları ihtiva ettiğinde, şeytandan başka, kimseden bir itiraz gelmez.
Bediüzzaman’dan yardım alarak, İslam’ın bir anayasa maddesini ortaya koymaya çalışacağım. Yine kanaatimce bu Anayasa esasına toplumun hiçbir kesiminden, hatta bütün dünya milletlerinin –hangi din ve inançtan olursa olsun- hiçbirinden itiraz gelmeyecektir. Yeter ki Şeytan’ın şakirdi olmasınlar.
“HİÇ BİR GÜNAHKAR, BAŞKASININ GÜNAHINI YÜKLENMEZ”
Bediüzzaman, Adnan Menderes’e yazdığı bir mektupta İslam anayasasının bazı maddelerinden bahseder. Kur’an-ı Kerim’de dört yerde geçen “Hiçbir günahkâr, başkasının günahını yüklenmez” (En’am: 164, İsrâ: 15, Fâtır: 18, Zümer: 7) ayetini İslam anayasasının bir önemli kaidesi olduğunu ifade eder. Buna göre hiç kimse başkasının hatası, kusuru ve suçundan dolayı cezalandırılamaz. Hatta başkasının hata ve suçundan dolayı kimsenin herhangi bir şekilde zarara girmesine rıza gösterilemez.
Bir gemide veya evde bir masum dokuz suçlu bulunsa, o masumun hukukunu muhafaza ve hayatını tehlikeye atmamak için, o gemi ve haneye herhangi bir müdahale yapılamaz. İşte Kur’an’ın bu hükmünden dolayı toplumda masumların zarar görmemesi için daima asayiş ve emniyetinin yanında bulunmak Nursi’nin adalet anlayışında önemli bir yer tutar. “Kim katil olmayan ve yeryüzünde fesat çıkarmayan bir kişiyi öldürürse sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur” (Maide:32) ayetini aynı bağlamda değerlendiren Bediüzzaman, “Bir adamın cinayetiyle başkalar mes’ul olmaz. Hem bir mâsum, rızası olmadan, bütün insana da feda edilmez diye, hakikî adalet-i beşeriyeyi te’sis ediyor”diyerek İslam anayasasının bir temel kaidesini özetler.
Şimdi Kur’an’ın bu anayasa maddesine toplumun hangi kesiminden itiraz gelebilir? Sadece suç işleyip, suçunu başkasına yüklemek isteyen ve suç işlemeyi alışkanlık haline getirmiş olan “Sicilli”lerden itiraz gelir. Yoksa yeryüzünde masum bireylerin haklarını garanti altına alan bu anayasa maddesine herkes canı gönülden “Evet” der.
İslami bir anayasa tartışmak için Türkiye’nin politik zemini üç asırdır, ilk defa bu kadar müsait hale geldi. Sebebini bilmediğim bir şekilde, hiçbir “İlim Adamı” veya politikacı tarafından “İslami Anayasa” gündeme getirilmemektedir maalesef.
Yine soruyorum: Şimdi değilse ne zaman?