15 Temmuz ve Asker-Sivil İlişkilerine Dair…
“Kurt uzaklardan bakar, dalgın görürmüş merkebi
Saldırırmış ansızın, yaydan boşanmış ok gibi
Lakin aşk olsun ki, aldırmaz da otlarmış eşek
Sanki tavşanmış gelen, yahut kılıksız köstebek
Kâr sayarmış, bir tutam fazla olsun yutmayı
Hasmı, derken çullanırmış, yutmadan son lokmayı”
… derken Mehmet Akif, dünyanın ahvali bugünden çok da farklı değildi. O gün de Ortadoğu’nun paylaşılması için planlar yapılıyordu. Paylaşmanın keyfiyeti bugünden farklı olsa bile…
Bir hadiseye gazeteci, siyaset bilimci ve tarihçi refleksi ile yaklaşmak mümkündür. Gazeteci eldeki sıcak veri ile yorum yapar. Siyaset bilimci gazetecinin sahip olduğu bilgileri kendi hamulesi ile mezcederek analiz yapar. Tarihçi ise bir kaç yıl beklemeyi tercih eder; gazeteci ve siyaset bilimcinin bilgilerine, kendi tarih birikimini de ekleyerek, en kapsamlı tahlili yapmaya çalışır.
Tarih eğitimi almış biri olarak, yaşadığımız sürece tarihçi perspektifi ile bakmaya ve tahlillerimi ona göre yapmaya çalışıyorum. Kanaatimce tespitlerim, içinde hata ihtimali olan, genel doğrulardır.
Efendim yaklaşan bir tehlike var. Irak ve Suriye’den sonra sıra hangi ülkede? Sanırım Kürtler ile kurulan münasebetler belirleyici faktörlerden biri olacak. Türkiye mi, İran mı?.
Türkiye üzerinde derin planlar yapan küresel güçlerden birinin, Türkiye’nin dahili kavgasında da istifade ederek, 15 Temmuz Darbe Teşebbüsü’nü planladığını düşünüyorum. Bugün dünyasının siyasi konjonktüründen 15 Temmuz’a bakınca mesele biraz daha iyi anlaşılıyor. 15 Temmuz’da tarihinin en büyük ihanet ve tuzağına maruz kalan TSK’ya siyaset kurumu tarafından, can havliyle, yine TSK tarihinin en ağır müdahalesi yapılıyor. Maalesef darbecilerden ziyade, darbe ile alakası olmayan, güvenlik görevlileri zarar görüyor. Asker ve polise dokunan zararın, mütedahil daireler halinde, bütün topluma aksetme ihtimali kuvvetle muhtemeldir.
Barış Bildirisi’ne imza atan akademisyenlerin üniversitelerden atılmasından sonra, bu tasfiyenin Türkiye’nin geleceğine nasıl bir darbe vurabileceği, bazı kalemler tarafından dile getirildi. Ama generallerinin yarısını kaybetmiş, pilot sayısı savaş uçakları sayısının altına düşmüş, üstelik Suriye’ye fiili olarak girmiş bir TSK’nın, ülke için nasıl bir güvenlik zafiyeti oluşturabileceği üzerinde pek durulmuyor.
Bu durum II. Mahmud dönemini hatırlatıyor. O zamanlarda da, Yeniçeri müdahalesinden usanmış olan siyaset kurumu, Yeniçeri Ocağı’nı kapatır. Sene 1826’da. Üstelik Yeniçeri Ocağı’nı ele geçirdiği söylenen Bektaşi Tarikatı da yasaklanır. Hemen ardından, meydana gelen güvenlik açığını kapatmak için, II. Mahmud tarafından, “Asakir-i Mansure-i Muhammediyye” adında bir ordu kurulur. Tabii, bir fermanla ordu kurmak mümkün olsaydı, kurulan bu ordu da zafer zafer üstüne kazanırdı.
Pekala sonra ne oldu? Bir kaç yıl sonra Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa, padişahtan Suriye topraklarını ister. İsteği gerçekleşmeyince, Paşa’nın ordusu Kütahya’ya kadar ilerler. Bunun üzerine II. Mahmud, “denize düşen yılana sarılır” diyerek Rusya’dan yardım ister. Netice? Osmanlı Devleti parçalanır ve Mısır elden çıkar. Yine bununla bağlantılı olarak Tanzimat Fermanı ilan edilir ve yabancılaşma vetiresine girilir.
“7 Eleştiriye 7 Yanıt” manşeti ile Asker ve Sivil Otorite ilişkileri tekrar gündeme geldi. Askeri otorite-sivil otorite ilişkileri nasıl düzenlenmeli ki, darbeler bir daha yaşanmasın ve Askeri Vesayet bitirilebilsin.
Bana göre askeri müdahalelerin önüne geçmenin ve askeri vesayeti bitirmenin tek bir yolu vardır. O da askerin siyaset kurumuna denk ve eşit bir şekilde, devletin karar alma mekanizmalarında aktif olarak rol almalarıdır. Askerin yönetime iştirakinin Anayasal bir zeminde realize edilmesinin her türlü askeri vesayet ve müdahaleyi bitireceğini düşünüyorum.
Artık dünya değişti. Siyaset kurumunun tek söz sahibi, karar verici ve uygulayıcı olduğu bir yönetim biçimi geçen asırda kaldı. Bizim ülke onu hiç yaşamadı, dersek yerinde olur. Şimdi gelişmiş dünyada yönetim değil, yönetişim var. “Onların işleri kendi aralarında meşveret iledir” ayetinin de işaret ettiği yönetişim modeli.
Yüzyıl önce benzer tartışmalar yapıldığında, Bediüzzaman, üst düzey komutanların devlet yönetiminde söz sahibi olmalarını ve devletin iç ve dış politikalarında fikirlerini ifade etmelerini normal karşılar. Devlet için canını veren askerlerin, devletin idaresi ile ilgili fikir sahibi olmamalarını beklemek ne kadar mantıklı olabilir ki? 18 -20 yaşlarında bir siyasetçinin fikri olur da, 40 yılını memleket hizmetine adamış bir askerin fikri olmaz mı?
Bediüzzaman, askerlerin cemiyetlere (bunu cemaat ve tarikat diye de okuyabiliriz) üye olmaları ve o cemiyetler üzerinden siyaset yapmalarının hem fesada sebep olacağını, hem de askerliğin en önemli kuralı olan itaat düşüncesine halel getireceğini söyler.
Hülasa tehlike kapıya dayanmış, kuşatma bütün hızı ile sürüyor, ama biz hala askerimizle, askerimiz de bizimle uğraşıyor. Dahildeki bu kavga hemen bitirilip, herkes görevinin başına geri dönmezse ve/veya döndürülmezse, korkarım ki ağır bir bedel ödenecek. Neml Suresi’nde, Kraliçe Belkıs’ın dediği; “Krallar bir memlekete girdi mi, orayı harap ederler ve halkının ileri gelenlerini zelil hâle getirirler. İşte onlar böyle yaparlar.”
Evet ayı, vadinin kuzey yamacında gizlenmiş, uygun zamanı kolluyor!…