Bir yıldan fazladır yurt dışında bulunuyorum. Türkiye’de yaşananları ve toplumun halet-i ruhiyesini anlamaya çalışıyorum. Türkiye’den birileri ile konuştuğumda; “durum, bildiğin gibi değil!” diyorlar.
Nedir, bildiğim gibi olmayan durum? Bilmiyorum. Anlamaya çalışıyorum…
Türkiye’de yaşanan bu hali “siyasal ve toplumsal cinnet” olarak tanımlamak mümkündür. Bu cinnet halinin hukuki, dini ve ahlaki boyutları vardır.
Hukuki boyutu ile başlayacak olursak; Türkiye tarafından da imzalanan “Birleşmiş Milletler Soykırım Sözleşmesi”, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nda aynen yerini almıştır.
Sözleşmesi’nin 2. maddesinde soykırım suçu şu şekilde tanımlanmıştır:
“Bu sözleşmeye göre soykırımın anlamı; milli, etnik, ırki veya dini bir grubu, sırf bu niteliği nedeniyle, kısmen veya tamamen, yok etmek kastıyla, aşağıda sayılan fillerin işlenmesidir:
- a) Grup üyelerini öldürmek;
- b) Grup üyelerine ciddi, bedensel veya zihinsel zarar vermek;
- c) Bir grubun üyelerini, kasten, bunların fiziki olarak kısmen veya tamamen yok edilmesi sonucunu doğuracağı önceden hesaplanan yaşam koşulları altına sokmak;
- d) Grup içinde doğumları bilinçli olarak önlemeye yönelik tedbirler dayatmak;
- e) Gruba ait çocukları bir başka gruba zorla nakletmek.”
Bu fillerden herhangi birini işlemek “soykırım suçu” kapsamına giriyor.
Son zamanlarda muhalefet sözcülerinin ağzından daha sık işitilmeye başlanan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın uluslararası mahkemelerde ‘savaş suçlusu’ olarak yargılanacağına dair ifadeler, herhalde bu hukuki arka-plana dayandırılıyor.
Bu hesabı yapanların aklında şu tablo olmalı: KHK rejimi ile işini-aşını kaybeden, diploma, lisans ve çalışma izinleri iptal edilen, yurtdışına çıkışları yasaklanan kişiler ve 15 Temmuz’un hemen akabinde Anadolu Ajansı tarafından servis edilen yüzleri morartılmış sanık fotoğrafları…
Sanıyorum, bunlardan, anayasaya da geçmiş BM Soykırım Sözleşmesi’nin ihlâli sonucunu çıkaranlar var.
Cumhurbaşkanlığı ve hükümet de bunun farkındadır herhalde.
Konunun dini boyutu da şu:
Allah Resulü, içinden çıktığı topluma peygamber olarak gönderilmiş ve onlara evrensel hakikatleri tebliğ etmişti. Etrafına toplanan bir avuç mümin ile içinden çıktıkları Kureyş kabilesinin akıl almaz baskı, tehdit ve tecritleri ile mücadele ediyordu. Bu durumda iken Allah Resulünün minimum beklentisini ifade eden şu ayet nazil olur Şûra Suresi’nde.
“…De ki: “Ben buna (yaptığım tebliğ görevine) karşılık sizden, akrabalıktan doğan sevgiden başka bir ücret istemiyorum…” (42/23)
Ayet, Allah Resulü’nün Kureyşlilere karşı duyduğu şu hislerine tercüman oluyordu:
“Siz beni tanıyorsunuz, çocukluğumu ve gençliğimi de bilirsiniz. Emin unvanını siz bana verdiniz. Sizlerle beraber çok zaman geçirdim ve benim hiçbir kötülüğümü görmediniz. Ve çoğunuza da çok iyiliğim dokunmuştur. Hem çoğunuz akrabam sayılırsınız. Madem benim getirdiğim ilahi mesajı kabul etmiyorsunuz, o zaman, bari “meveddet” hakkı, yani akrabalık, arkadaşlık ve eski günlerin hakkı ve hatırı için bana bu zulmü yapmayın…”
Yürek dağlayan bu hislerle Allah Resulü, kendi toplumundan minimum insani tavrı bekler. Bekler ama Ebu Cehil’in, Ebu Leheb’in ve Ebu Süfyan’ın borazanı ile sarhoş olmuş bir toplum, meleklerin perdedarlık ettiği o insana akla hayale gelmedik zulmü reva görür.
Yurtdışındayım, ama uzak-yakın tanıdıklarımdan bana kadar ulaşan yakınmalara kulak verdiğimde ne diyeceğimi bilemiyorum.
Şu tür yakınmalar:
“KHK ile okulunu, velilerini, öğrencilerini hülasa her şeyini kaybetmiş öğretmenler var. O öğretmenler, siyasetçilerin çocuklarının da öğretmenleriydiler. Çocuklarını hayata ve geleceğe hazırlayan o öğretmenlere, “falan kişi iyi öğretmen, benim çocuğumun öğretmeni olsun” diye, araya adam sokuluyordu… Nerede şimdi onlar? KHK ile her şeylerini kaybettiler ve açlığa mahkûm edildiler. Yok mu eski günlerin hatırı? Meveddet hakkı yok mu? Vicdan yok mu?”
Bir çoğu bana yukarıdaki ayeti ve olayı hatırlatıyorlar.
Ya ahlaki boyut?
“Kimler bu kasırganın gadrine uğramış?” derseniz gelen cevap şu oluyor: Hiçbir imkânı, kudretli tanıdıkları, parası olmayan gariban Anadolu çocukları. Yani ölümlü faniler.
Düşünün, eğitim fakültesini bitirmişsiniz. Yani öğretmensiniz. Devletin iş imkanları kısıtlı. Yüzbinlerce öğretmen atama bekliyor. Cemaat size öğretmenlik teklif ediyor ve siz de kabul ediyorsunuz. Okulun tabelasında MEB yazıyor. Öğretmenliğinizi Bakanlık onaylıyor. Her yıl Bakanlık sizi teftiş ediyor. Durum sadece bundan ibaret değil elbet. Bakanların ve milletvekillerinin çocukları sizin okulunuzda. Hem de her partiden milletvekillerinin. Çoğunlukla da AK Parti’den. AK Parti İl Başkanlarının ve Yardımcılarının çocukları da. Bu kadar mı, elbette değil. Valilerin, Emniyet Müdürlerinin, Savcıların, Hakimlerin, Bürokratların… herkesin çocuğu bu okullarda.
Böyle bir okulda çalışan bir öğretmen, herhangi bir suç işlediğini düşünür mü? Ya da bir suç örgütüne üye olduğunu düşünür mü?
Gün olur, devran döner ve filler kavgaya tutuşur. Ama olan gariban Anadolu evladına olur. Cemaatin önde gelenleri çoktan kaçmıştır. Geride ise hiçbir yere gitme imkânı olmayan, parası ve pasaportu olmayan gariban öğretmenler kalmıştır. Ve kudretliler bütün hışımlarını bu fanilerden almaya karar verirler.
Onlar bu davranışlarında yalnız değildir. Yargıda durum farklı mı? En yükseğinden en alttakine kadar yargıda durum aynı. Savcı/hakim ABD’ye gelir, dil kursuna gider. O sırada cemaat evlerinde kalır. Hatta Pensilvanya’ya gidip, bir müddet Gülen’in evinde misafir olur. Şimdi aynı savcı, cadı avının önde gidenlerinden.
Eğer ortada bir suç örgütü varsa; gariban öğretmen, işçi, memur, gazeteci, akademisyen ve esnaftan önce, toplumu yönlendirmekten sorumlu olanlar listenin başında yer almalı değil midir?
“Kur’an yetmez” diyenlere İncil’den bir örnek verebilirim.
Yuhanna (John) 8. Bölümde suç üstü yakalanan bir kadının durumu hikâye edilir.
- 1.İsa ise Zeytin Dağı’na gitti.
- 2.Ertesi sabah erkenden yine tapınağa döndü. Bütün halk O’nun yanına geliyordu. O da oturup onlara ders vermeye başladı.
3-4. Din bilginleri ve Ferisiler, zina ederken yakalanmış bir kadın getirdiler. Kadını orta yere çıkararak İsa’ya, “Öğretmen! bu kadın tam zina ederken yakalandı,” dediler.
- 5.“Musa, Yasa’da bize böyle kadınların taşlanmasını buyurdu, sen ne dersin?”
- 6.Bunları İsa’yı sınamak amacıyla söylüyorlardı; O’nu suçlayabilmek için bir neden arıyorlardı.
İsa eğilmiş, parmağıyla toprağa yazı yazıyordu. - 7.Durmadan aynı soruyu sormaları üzerine doğruldu ve “Aranızda günahsız olan, ona ilk taşı atsın!”