Tarih dairesel midir, çizgisel midir? Bu tartışma tarih felsefesinin devam eden konularındandır. Galiba, Batı Medeniyetinde ilerlemeci, İslam/Doğu Medeniyetinde ise dairesel bir tarih yaşanıyor. Zaman ilerledikçe, bizde, paradigma pek değişmiyor, ama tarihi aktörlerin rolleri dairesel bir şekilde paradigmada yerlerini alıyor. Sanki siyasal ve sosyal bir reenkarnasyon yaşanıyor gibi.
Son birkaç yıldır Türkiye’de zamanda öyle bir gerileme oldu ki; ülkenin tarihteki yerini tespit etmek için yüklü bir tarih hamulesi gerekiyor. Eğer zamanda düşüş burada durdurulabilirse; çünkü Türkiye insan hakları açısından Tanzimat –yani 1839– öncesine, Parlamenter Sistem açısından 1878’li yıllara, iç siyaset açısından 1925’li yıllara dönüverdi.
Bu üç dönemin üç önemli şahsiyeti II. Mahmut, II. Abdülhamit ve Mustafa Kemal Atatürk’tür. Sanırım bizim tarihimizdeki bu üç otoriter şahsiyetin dördüncüsü de Sayın Recep Tayyip Erdoğan’dır. İlk üç tarihi şahsiyetin politikaları ile Sayın Erdoğan’ın politikaları mukayese edildiklerinde aralarında birçok benzerlik ortaya çıkarmak mümkündür.
2016’da Türkiye, iç siyaset olarak, 1925’li yıllara geri döndü.
1925’te meydana gelen Şeyh Said Olayını “Şeyh Said Olayı ve Takrir-i Sükûn Kanunu” başlıklı yazıda detaylı bir şekilde ele almıştık. Bir isyanın olup olmadığını tartışmıştık. Olaydan sonra şu gelişmeler yaşanmıştı:
- Takrir-i Sükûn Kanunu yani OHAL ilan edilmiş.
- İstiklal Mahkemeleri tekrar kurulmuş.
- Medya tamamen susturulmuş.
- Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (1925) ve Serbest Cumhuriyet Fırkası (1930) kapatılmış. Siyasi muhalifler tamamen bertaraf edilmiştir.
- Tarikatlar yasaklanmış ve dini faaliyetler devletin kontrolüne alınmıştır.
- Birçok Kanun bu dönemde çıkarılmış ve rejim tahkim edilmiştir.
- Kürtler ve Aleviler bu kanunun himayesinde asimilasyona tabi tutulmuştur.
15 Temmuz öncesi ve sonrasında yaşananlar ele alındığında 1925’li yıllara dönüldüğü fazla zorlanmadan görülecektir.
- Bir yıldır OHAL var ve tekrar uzatıldı.
- 2014 yılında Sulh Ceza Hakimlikleri kurularak kapalı devre bir hukuk sistemi tesis edildi.
- Yine 2014 yılından itibaren medya üzerinde sistemli bir sindirme programı uygulandı ve onlarca medya kurumu kapatıldı, çok sayıda gazeteci tutuklandı.
- Bütün cemaat ve tarikat faaliyetleri devletin kontrolüne alındı ve Diyanet İşleri Başkanlığı vasıtası ile dini faaliyetler sınırlandırıldı. 50.000 cemaat mensubu tutuklandı.
- KHK rejimi ile birçok yasal düzenleme yapıldı ve rejim kendini revize etti.
- Artık Kürt ve/veya Alevi kimliğinin kullanılması söz konusu olmamaktadır.
Gelelim CHP ve HDP’nin durumuna:
HDP, fiilen kapatılmış bir parti. Başkanları, milletvekilleri il/ilçe temsilcileri tutuklanmış, tutuklamalar devam etmektedir. Devlet Kürt siyasetini fiilen yasaklamış bulunmaktadır.
CHP’nin durumu ise ciddi bir analize ihtiyaç duymaktadır.
CHP’nin kapatılması da gündeme gelebilir; tıpkı TpCF gibi.
CHP’nin kapatılması gerektiği, iktidar partisi vekilleri tarafından dillendirilmeye başlandı bile. Sayın Erdoğan’ın, CHP ile terör arasında kurduğu bağlantının, CHP’nin kapatılması sonucunu doğurabileceğini söylemek şaşırtıcı olmamalıdır.
Pekâlâ Devlet, neden kurucu partisini kapatmak ister?
Bana göre, eğer tabii böyle bir ihtimal gündeme gelirse, CHP’nin kapatılma ile karşı karşıya kalmasının iki temel nedeni olacaktır:
- CHP’nin kurucu meclisteki rolünü AKP’nin üstlenmesinden dolayı, devletin artık CHP gibi bir partiye ihtiyaç duymamasıdır. Malumunuz; “Rabia” Ak Parti’nin tüzüğüne girdi. Nedir “Rabia”? “Dört” demek. Yani AKP’nin dört ilkesi; “tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet.” Kulağa hoş gelen bu slogan, bir yönü ile CHP’nin de benimsediği devletin kurucu 6 temel ilkesinden dördüne benziyor ve onların yerini alacak. Nedir CHP’nin 6 ilkesi? Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik, İnkılapçılık. Buna şöyle de bakmak mümkün: Halkçılık ve Laikliği çıkardığınızda geriye Rabia kalır. Rabia’ya devletin kendini güncellemesi de diyebiliriz. İnkılapçılık böyle bir güncellemeyi gerekli kılar.
- İkinci önemli sebep ise CHP’nin adalet talebi ile temel ilkelerinin dışına çıkmasıdır. Çünkü Adalet talebi, Demokrat Parti’den Ak Parti’ye kadar uzanan çizgideki partilerin talebi, sloganı ve ismidir. CHP’nin bu talebi dillendirmesi onu, devletin partisinden halkın partisi seviyesine çıkarır ki, bu dahi kapatmayı gerektirecek bir değişimdir. Tıpkı daha önce kapatılmış partiler gibi.
AKP, devletin resmî ideolojisini temsil eden ve bu ideolojiyi zamanın gereklerine göre güncelleyen bir partiye dönüştü. CHP ise son zamanlardaki girişimleriyle mağduriyet içerisindeki halkın taleplerini dillendirme çabasına giren bir parti oldu. O da dönüştü yani. AKP’deki dönüşümü devletin zaferi olarak görmek ve devleti bu başarısından dolayı alkışlamak gerekir.
Devlet sessizce büyük bir zafer kazandı, hem de arkasına milyonların desteğini alarak.
Ne zafer ama?
Bundan sonra asıl sorulması gereken soru şudur:
Peki bu devlet nasıl bir devlettir ve bu devletin şifreleri nelerdir?
Not: Meral Akşener’in kuracağı parti, Serbest Cumhuriyet Partisi’nin akıbetini yaşayabilir. Benden uyarması…