Cemaatler ve Devlet

Bu yazının başlığı “Devlet ve Cemaatler” de olabilirdi. Başlık, neyi öncelediğinize göre değişir. Ben devleti önceleyen siyasi bir düşünceye sahip değilim. Bana göre birey ve bireylerin özgür iradeleri ile oluşturdukları ve/veya bünyesine dahil oldukları sivil toplum kuruluşları, her zaman devletten bir adım daha önde olmalıdır. Çünkü devlet dediğimiz yapı, bireylerin ve onların oluşturduğu toplumsal yapıların organize olmuş halidir. Devleti bu tabii halinin dışında bir konuma yerleştirirseniz, problemler baş göstermeye başlar. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi.

Bütün dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de çok sayıda dini ve sosyal yapı mevcuttur. Bir tarafta bin yıllık maziye sahip tarikatlar varken, diğer tarafta ise geçmişi bir insan ömrü kadar olan cemaatler var. Bunlardan başka, seküler ve dini düşünceye sahip birçok vakıf, dernek, platform ve organizasyon mevcuttur. Bütün bu yapılar kendi duygu ve düşünceleri çerçevesinde faaliyetlerde bulunmaktadırlar. Hukuk yani Evrensel İnsan Hakları çerçevesinde olduktan sonra, bütün bu faaliyetlerin güzel neticeler doğuracağını düşünebiliriz.

En azından ABD gibi gelişmiş devletlerde durum böyle. ABD tam bir cemaat ve tarikatlar cenneti. Sayıları binlerle ifade ediliyor.

Türkiye gibi gelişimini henüz tamamlamamış ülkelerde ise durum tam tersi. Her şey mutlaka devletin kontrolünde olmalı anlayışı hâkim. Bu düşünceyi en çok da, maalesef, aydın olma konumunu işgal eden kişilerde görüyoruz:

3 Ağustos 2016 tarihli köşesinde Soner Yalçın, tarikatlarla ile ilgili operasyonların işaret fişeğini ilk çakanlardan oldu. Güya Menzil Tarikatı, Sabık Bakan Müezzinoğlu’nun çalışmasını engellemiş de AKP, bir önceki Sağlık Bakanı Akdağ’ı görevine iade etmek zorunda kalmış. Şöyle devam ediyor Yalçın:

“Bugün devletten Fethullah Gülen Cemaati temizleniyor? Ya diğerleri?

Sadece Sağlık Bakanlığı değil…

Örneğin… Emniyet içinde FETÖ’den boşalan kadrolar için tarikatlar-dergahlar arasında kıyasıya kapışma var!”

Mahallenin bir tarafında Soner Yalçın gibi düşünen yazarlar, bütün cemaat ve tarikatların devletten temizlenmesi gerektiğini savunurken, mahallenin bu tarafından da benzer düşüncelerin ifade edilmesi ‘veminel garaib’dendir.

Mesela 13 Ağustos 2017’de Hayrettin Karaman kösesinde şunları yazdı:

“Tarikatların amacı İslam’ı ‘irfan, takva, ihsan ve ihlas’ boyutlarıyla yaşamak isteyenlere belli usuller dahilinde eğitim vermektir. 

Bu amacı koruyan; devlete sızmaya, holdingleşmeye, iktidarı perde arkasından yönlendirmeye… kalkışmayan dini topluluklara/yapılara kimse zarar veremez. Mutedil laik ülkelerde bile bunlar varlık ve faaliyetlerini rahatça sürdürebilirler. 

Haddi aşanlar, tarikat veya cemaat kisvesi altında siyaset, ticaret ve ihanet yapanlar ise elbette korkmalılar ve hiç şüphe yok ki, devlet bunları engellemelidir.”

Son derece sorunlu bir bakış açısı bu.

Sivil toplum kuruluşlarına mensup bireylerin anayasal hakları olan devlet memuru olma, ticaret yapıp holding kurma, lobi çalışması ile siyaseti yönlendirme gibi çalışmaları suç kapsamına alınıyor ve cezai müeyyidenin yolu açılıyor. Devlet bunları engellemeli deniyor. Neden? Çünkü bu işleri herhangi bir tarikat, cemaat, vakıf, dernek ve organizasyona mensup olanlar yapamaz deniyor. Sanırım Türk tipi laikliğin yeni yorumu bu olmalı.

Benzer bir tutumu, Hulusi Kentmen sevecenliğe ile Ahmet Taşgetiren geçen hafta dile getirdi. Üstelik Gülen Cemaati’ne yapılanları gösterip diğer grupları kibarca tehdit, pardon, ikaz etmekten de geri durmadı:

“…Aslında şu sıralar, o hareket dışındaki dini yapılar dahil, tüm Türkiye olarak, ‘FETÖ dosyası’nı konuşuyor, oradaki yanlışları değerlendiriyoruz.

Ama, ben diyorum ki, din ile iltisaklı tüm oluşumlar, cemaat, tarikat, siyasi yapı, medya vs… FETÖ ile birlikte kendilerine de bakmaktan imtina etmemeliler.

Bakmalılar, çünkü bedeli sadece kendileri değil, din ödüyor, insanların din ile ilişkileri ödüyorNe bileyim, mesela siyasi, bürokratik bir güç edindiğimizde o gücün bizde nasıl etkiler yaptığı üzerinde düşünmeliyiz

Yukarıda birkaç örneği verilen ve onlarla benzer düşünceyi paylaşan aydınlar, otoriter devleti bireyin ve cemaatin üstünde, üst bir varlık olarak tasavvur eden düşüncenin çocukları. Bu düşüncelerin İslami olmadığını rahatlıkla ifade edebilirim. Çünkü İslam siyaset düşüncesinin temel hedefi, bireyin mutluluğudur. Potansiyel insanın kâmil insan olması ve neticesinde dünya ve ahiret mutluluğuna ulaşmasıdır, ana gaye. Devlet sadece bu hedefi gerçekleştirmek için inşa edilmiş bir kanun, bir düzen ve bir organizasyondur. Birey hiçbir şekilde topluma/devlete feda edilemez. Bundan dolayı Kur’an’da dört yerde “Hiç kimse başkasının günahından dolayı cezalandırılamaz” deniyor. “Masum bir insanı katleden bütün insanları katletmiş gibidir” de dediği gibi.

Bir aydının, cemaat ve devlet ilişkileri söz konusu olduğunda özgürlükçü bir tavır sergileyerek, devletin cemaatlerden elini çekmesi fikrini savunması gerekmez mi?

Tarikat, cemaat, vakıf, dernek ve diğer organizasyonların kendilerini özgürce ifade edecekleri yasal zeminlerin oluşturulmasını savunmak, aydın sorumluluğu kapsamına girmez mi? Devlet, bireyin inancı ile bu kadar meşgul olma ihtiyacı neden duymaktadır? Bir zamanlar sekülerleştirmek, şimdi de dindarlaştırmak devletin görevi mi?

Bunların hepsi yanlış, hepsi kusurlu uygulamalardır.

Aydın sorunu toplumun en büyük sorunlarından biridir.

Belki de en büyüğü.

Aydınların, Kant’ın “Aydınlanma nedir?” sorusuna verdiği cevap ölçüsünde bir özgür düşünceye sahip olması gerekmez mi?

Kant aydınlanmayı, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu ergin olmama durumundan kurtulması olarak tanımlar. Ergin olmamayı, kâmil insan olamama olarak değerlendirebiliriz. Kâmil insan olmanın birinci şartı ise, insanın kendi aklını kullanma cesaretini göstermesidir.

Sapere Aude! (Bilme cesaretini göster).