Dünya büyük bir buhran yaşıyor.
Buhranın kaynağı, modernleşmenin doğurduğu yaşam tarzı.
Modernleşmeyi sonradan benimseyen ülkelerdeki kriz, modernleşmeyi doğuran ülkelerden çok daha derin.
En derin kriz İslam ülkelerinde yaşanmaktadır.
En dip kriz ise Türkiye’de…
Modernleşme sürecinde birçok alanda kavgalar yaşanmıştır.
Kavganın en çetini ise din ile bilim arasında yaşanmış ve bilimin zaferi ile sonuçlanmıştır. Toplumlar, bilimin mahsulü olan kurumlar ile yeniden dizayn edilmiştir. Eğitim ve hukuk kurumlarından tutun da toplumsal seremoniler ve kılık kıyafete varıncaya kadar birçok alanda dönüşümlerden bahsedebiliriz. Teknolojik gelişmeler yeni zaruri ihtiyaç sahaları oluşturmuş ve insanlar bu yeni -aslında zaruri olmayan- ihtiyaçlarını gerçekleştirmeyi en büyük hedefleri haline getirmişlerdir.
Bu yeni gönüllü kölelik alanları oluşturmuştur.
Kenyalı Siyaset Bilimci Prof. Dr. Ali Mazrui, İslam dünyasındaki modernleşmeyi “şark tipi modernleşme” olarak tanımlar.
Ona göre şark tipi modernleşmenin özelliklerini şöyledir:
- Endüstrileşme gerçekleştirilmeden şehir hayatına geçiş yapılmıştır.
- Ezberci eğitim ile Batı değerlerini savunan ama Batı’nın değer üretim bilgisinden mahrum nesiller yetişmiştir.
- Modernleşmede asıl amaç olarak dinin çöküşü hedeflendiğinden, bilimsellik olmadan dine saldırılar olmuş ve köksüz seküler bir hayat toplumda yerleşmiştir.
- Kapitalizmin öngördüğü çok çalışma ve çok üretim disiplini olmadan, tüketime ve eğlenceye dayalı bir kapitalist iştah yaygınlaşmıştır. Yani üretim olmadan tüketme çılgınlığı gerçekleşmiştir de diyebiliriz.
Bu mezkûr çarpık modernleşmenin İslam dünyası ve Türkiye’de meydana getirdiği girdaplarda nesiller rotasını bir türlü bulamamış, kendi etrafında dönmek ve bazı ezberleri tekrarlamaktan öteye gidememiştir.
Batı’da uzun bir süreçte meydana gelen bir dönüşüm neticesinde “modern hayat” ortaya çıkmıştır. Türkiye’de ise “modern hayat” yaşam biçimi olarak benimsenmiş ve bu kavramın içeriğini doldurmak için reformlar yapılmıştır.
Ali Mazrui’nin bu tasnifine şimdi yeni eklemeler yapmak mümkündür.
Mesela;
- Demokrasi kültürü hazmedilmeden, demokratik kurumların istismarı.
- Kitap okuma alışkanlığı kazanmadan, televizyon ve internet alışkanlığının kazanılması.
Daha başka örnekler de verilebilir…
Türkiye iyi-kötü üç asırlık demokrasi tecrübesi olan bir ülkedir.
Ancak demokrasi kültürü toplum tarafından özellikle de muhafazakârlar tarafından hazmedilememiştir. Bundan dolayı demokratik imkanları, kendi otoriter hedeflerini gerçekleştirmek için tepe tepe kullanmışlardır. Seçimler, siyasi partiler ve hukuk devleti gibi kavramlar Batı toplumlarında özgürlük ve refah seviyesine yükseltirken, Türkiye gibi toplumlarda otoriterleşme ve fakirlik doğurmaktadır. Bunun temel nedeni ise demokrasi kültürünün hazmedilmemesidir.
Türkiye’de muhafazakârların devlet anlayışı, modernleşmenin doğurduğu anomali ruh halini yansıtmaktadır. Bütün emeklerini bir devlet idealini gerçekleştirmek için harcadılar. Güya bu ideal devlet “Tanrı Devleti” olacak ve Allah’ın muradı olan adaleti yeryüzüne hâkim kılacaktı. Namık Kemal’i bir başlangıç olarak kabul edersek, yaklaşık üç asırlık bir geçmişi var bu düşüncenin. Siyasal İslamcılık düşüncesi.
Arapçada bir deyim var; “men talebe ve cedde, vecede” yani “kim yeni talep ederse, sonunda onu bulur.” Muhafazakârlar da yıllardır talep ettikleri devleti sonunda avuçlarında buldular. “Zillullahi fil-arz” olacak bu devleti veya devlet başkanını.
Ama bazı problemler vardı. En az üç asırlık derin bir birikimin neticesi bir devleti, birikimsiz bir şekilde ele geçirmenin doğurduğu problemler.
Problemlerle baş edemeyince, devleti tanrılaştırmaya ve icraatlarını övmeye başladılar. En önemli cümleyi ise Sayın Bekir Bozdağ söyledi: “Allah şirk, devlet de şerik kabul etmez.”
“Devlet şerik kabul etmez” demek devleti tanrılaştırmak değil midir?