Geçen hafta giriş yaptığım dindarlığın kalkınma ile ilişkisini, müsaadenizle, biraz daha açmak istiyorum. Değerli bilim adamlarımız Sayın Ahmet Kuru ve Sayın Gökhan Bacık’ın da temas ettikleri bu konuyu biraz daha deşmenin faydalı olacağını düşünüyorum.
Din ve siyasetin ortak iddialara ve ortak hedeflere sahip olduğunu, dinin aynı zamanda siyaset demek olduğunu ifade etmiştim. Mevdûdi, Kur’an’ın Dört Temel Terimi adlı eserinde “İlah”, “Rab”, “Din” ve “İbadet” kavramlarını detaylı bir şekilde izah eder. Onun din konusundaki ifadeleri şöyledir:
“Kur’an mesajı içinde ‘din’ kavramı, aşağıda sıraladığımız dört ana kısımdan oluşan mükemmel bir düzeni tarif etmektedir:
1. Hakimiyet ve egemenlik.
2. Hakimiyet karşısında boyun eğme ve itaat.
3. Söz konusu hakimiyetin etkisi altında kurulan fikri ve ameli düzen.
4. Bu düzene bağlılık ve itaat sonucu elde edilen mükafat ya da isyan ve karşı çıkmanın neticesi olarak, yüce egemenlik tarafından verilen ceza.
Kur’an, ‘Din’ kavramını bazen birinci ve ikinci manaları (hakimiyet, egemenlik ile itaat ve boyun eğme) bazen üçüncü (düzen) bazen de dördüncü manası (yargı, ceza) ile kullanmakta; bazı ayetlerde ise ‘Din’ diyerek, dört ana kısımdan oluşan söz konusu mükemmel düzeni kastetmektedir.”
Bu kuşatıcı din tanımına bakınca, dinin aslında bir siyaset olduğu ve siyasetin de dinin işlevini yerine getirdiğini görürsünüz.
Din ve siyaset kendi içlerinde birer bütündürler. Bu iki kurum arasında sağlıklı ve uzun bir beraberlik pek mümkün olmamıştır. En azından tarihin böyle bir kaydını bilmiyoruz. Beraberliklerinde de siyaset hakimse dini araçsallaştırır, din hâkimse siyaseti araçsallaştırır. Ayrıldıklarında da birbirlerini inkâr ederler.
Muhtemelen bundan dolayıdır ki Bediüzzaman da şu tespiti yapmıştır:
“… siyasetçi, ekserce tam müttakî dindar olamaz. Tam ve hakikî dindar, müttakî olanlar, siyasetçi olmazlar. Yani, maksad-ı aslî siyasetini yapanlarda din, ikinci derecede kalır, tebeî hükmüne geçer. Hakikî dindar ise, ‘Bütün kâinatın en büyük gayesi ubudiyet-i insaniyedir’ diye, siyasete, aşk u merak ile değil, ikinci üçüncü mertebede onu dine ve hakikate âlet etmeye—eğer mümkünse—çalışabilir…”
Hal böyle olunca Bediüzzaman’ın bahsettiği sistem dini bir sistem, bahsettiği dindarlık ise bu dini sistem içindeki dindarlıktır. Kanaatimce konuya bu şekilde bütüncül bakmak, soruların cevaplarını bulmamıza yardımcı olacaktır.
İşte bu bütüncül sistem içinde Bediüzzaman, İslam aleminin geri kalmışlık sorununa cevap aramaya ve bu sorunu temelden çözmeye çalışmıştır. Daha 1910 yılında, Emeviye Camii’nde verdiği Şam Hutbesinde sorunları ve çözümleri şöyle ifade etmektedir:
1- Ye’sin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi.
2- Sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede ölmesi.
3- Adavete muhabbet.
4- Ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî rabıtaları bilmemek.
5- Çeşit çeşit sari hastalıklar gibi intişar eden istibdat.
6- Menfaat-i şahsiyesine himmeti hasretmek.
Bu altı dehşetli hastalığın ilâcını da, bir tıp fakültesi hükmünde, hayat-ı içtimaiyemize, eczahane-i Kur’âniye’den ders aldığım “altı kelime” ile beyan ediyorum. Mualecenin esasları onları biliyorum.
Bir fikri bütünlük içinde konuya bakıp, onun önerdiği çözümlerden sadece biri üzerinde durmak istiyorum. İkinci maddede bahsettiği sıdkın yani doğruluğun, siyasi ve toplumsal hayatta ölmesini, geri kalmışlığın temel sebepleri arasında zikreden Bediüzzaman şöyle devam eder:
“Evet sıdk ve doğruluk İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyesinde ukde-i hayatiyesidir. Riyakârlık, fiilî bir nev’i yalancılıktır. Dalkavukluk ve tasannu, alçakça bir yalancılıktır. Nifak ve münafıklık, muzır bir yalancılıktır. Yalancılık ise, Sâni-i Zülcelâlin kudretine iftira etmektir.
Küfür, bütün envâıyla kizbdir, yalancılıktır. İman sıdktır, doğruluktur. Bu sırra binaen, kizb ve sıdkın ortasında hadsiz bir mesafe var; Şark ve Garp kadar birbirinden uzak olmak lâzım geliyor. Nar ve nur gibi birbirine girmemek lâzım.”
Doğruluk ve yalancılığın asla bir araya gelemeyeceğini ifade eden Bediüzzaman doğruluğu toplumsal hayatın en önemli çekirdeği olarak değerlendirir. Yalanın, siyahına da beyazına da taviz vermez. Sıdkı ve doğruluğu, aynı zamanda, dindarlığın temel ayaklarından biri olarak ifade eder.
Çok uzağa ya da geçmişe gitmeye gerek yok. Günümüzün İslam ülkelerine ve özellikle kendi ülkemize baktığımızda, yalanın, toplumsal ve siyasi hayatta tedavisi neredeyse imkânsız sorunlara sebep olduğunu hepimiz görüyoruz. Her gün birbirini yalancılıkla suçlayan siyasetçilerden, yalan konuşan din ve bilim adamlarına, sözünde durmayan tüccar ve esnaftan, süte su katan çiftçiye, insanlara eşek eti yediren kasaplara, kaçak elektrik kullanan vatandaşa kadar her yerde yalancılığın yaygın olduğunu görürsünüz. Televizyon ekranları ve gazete sayfaları birer yalan bülteni ve kendi gibi düşünmeyen insanlara iftira etmekle meşguller. Memlekette yalancılık, yalan şahitlik, yalana alkış kurumsallaşmış durumda. Bediüzzaman’ın yüz yıl önce bahsettiği hastalığın tedavisi bir yana, metastas yapmış habis bir ur gibi toplumun ve siyasetin bütün katmanlarına yayılmış durumda. Ufukta tedavi için bir gayret de söz konusu değil.
Eğer bizim toplumumuz dindar olsa idi, yalan, hayat hakkı bulamazdı. Çünkü yalan ile iman/dindarlığın bir arada yaşaması mümkün değildir. Demek dindarlık değil, din istismarı var.
Şimdi, Meclisin yalan ile mücadele kanunu çıkardığını ve ağır müeyyideler koyduğunu tasavvur edelim. Ben şundan eminim: Türkiye’nin birçok sorunu kökünden çözülmeye başlar. Ve hızlı bir ilerleme ve kalkınma sürecine de girmiş olur.
Bu da dindarlık ile kalkınma arasındaki ilişkiye bir örnek olabilir.
Şundan eminim, yalan söyleyen dahi yalandan mustariptir. Yalancılık yaygın olmasına rağmen toplum da bundan memnun değildir. Bunun ile mücadele edenlere, ciddi bir halk desteği olacağından şüphe etmiyorum.