Müsadere’nin Dayanılmaz Cazibesi

Kuvvetle muhtemeldir ki; toplumun bir kesiminin malına el koyma kararı çoktan alınmış. Teoloji Profesörü ve Hükümet yanlısı Yeni Şafak gazetesinin İslamcı yazarı Sayın Hayrettin Karaman 13. Yüzyılda verilen bir fetvayı köşesine taşıyarak kamuoyunu hazırlamaya yönelik bir yazı kaleme almıştı: “Zarûret bir kimseyi, halkın malını gasp etmeye mecbur bıraksa onun için bu caiz olur; hatta açlık, soğuk, sıcak gibi bir sebeple öleceğinden korksa, bu ihtiyaçlarını karşılayacak malı gasp etmesi (caiz olmanın ötesinde) gerekli hale gelir. … İçinde Allah’ın makbul kullarının da bulunması muhtemel olan toplumu ayakta tutmak, bir kişinin zarûretini gidermekten daha önemlidir ve ona tercih edilir.” (4 Mayıs 2018: Yeni Şafak)

İçinde Allah’ın makbul kullarının bulunduğu bir toplumu (bunlar Kahraman gibi düşünenler oluyor, sanırım) ayakta tutmak için, milletin malına el koymanın, caiz olmanın ötesinde gerekli olduğunu ifade ediyor. Yeni rejimin hayata geçişi ile birlikte müsadere fikrini kuvveden fiile geçirmek için Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile “Ekonomik İşler Olağanüstü Hal Koordinasyon Kurulu” ve “Mal Varlığının Dondurulmasını Değerlendirme Komisyonu” kuruldu. Zira her rejim değişikliği ile beraber, el değiştirenler ilk şeylerden biri de sermayedir. El değiştiren sermaye devlet hazinesine bir gelir olarak yazılmaktan ziyade, yeni rejime destek verecek zenginler oluşturmak ve onlar üzerinden rejimin fakirlerini beslemek için kullanılacağı anlaşılıyor. Çünkü amaç, Karaman’ın ifadesi ile, makbuller topluluğunu ayakta tutmak.

15 Temmuz Darbesi’nden evvel, Sosyolog ve el konulan Zaman gazetesinin İslamcı yazarı Sayın Ali Bulaç’ın, “mala el koymanın bir cahiliye adeti” olduğunu ifade etmişti. Buna hükümete yakın medyanın yazarlarından tepkiler gelmiş ve Gülen Cemaati’nin mallarına el konulmasının caiz olduğu, İslam Tarihi’nden örnekler vererek anlatılmıştı. Bu ön hazırlıktan sonra, 15 Temmuz Darbesi’nin katalizör etkisi ile Cemaat’in bütün mallarına el konulmuştu.

İslam’da temel hakları ilk defa düzenleyen İmam Gazali’ye göre beş temel hak olan “dini, canı, aklı, nesli ve malı muhafaza” devletin görevleri arasındadır. İlk İslam Devleti olan Medine Şehir Devleti’nde (622-661) müsadere, haksız servet edinen devlet memurlarının mallarına el koymak şeklinde uygulanmış ve özel mülkiyete dokunulmamıştır.

Hazreti Muhammed (571-632) döneminde müsaderenin ilk örneği görülür. Bir valinin aldığı hediyelere el konulmuş ve bu hediyeler devlet hazinesine aktarılmıştır. II. Halife Ömer (634-644) döneminde de bazı valilerin vergi gelirlerinin bir kısmını kendilerine ayırmaları ve/veya ticaret ile uğraşıp asli görevlerini ihmal etmeleri ya da hediye kabul etmelerinden dolayı, malları müsadere edilerek devletin hazinesine aktarılıyordu. Elimizdeki kaynaklar bu dönemde, hukuksuz bir şekilde özel mülkiyetin gasp edildiğine dair bir bilgi aktarmamaktadır.

Ama Emeviler Devleti (662-750) ve Abbasiler Devleti (750-1258) ve daha sonra Osmanlı Devleti’nde müsadere devletin sık başvurduğu ve muhalifleri sindirme ve yok etme araçlarından biri olmuştur.

Muaviye bin Ebu Süfyan, Hazreti Muhammed’in torunu Hazreti Hasan’dan kılıç zoru ile halifeliği gasp ederek Medine Şehir Devleti’ni yıkmış ve Ümeyyeoğulları hanedanına ait olan Emeviler Devleti’ni kurmuştur. Başkenti Medine’den Şam’a taşımıştı. Muaviye’nin oğlu Yezid döneminde Hazreti Peygamberin torunları katledilmiş, Mekke ve Medine gibi kutsal sayılan şehirler, isyancılar var denilerek mancınıklarla yıkılmıştı. Ehl-i Beyt’in evleri harap edilmişti. Bu ise müsadereden de öte, yok etmek amacı ile yapılan bir icraat idi. İlerleyen zamanlarda Emevi Devleti’nde müsadere bir tehdit ve intikam aracına dönüşmüş birçok eski yöneticinin malları müsadere edilmiştir.

Abbasiler ise müsadere muhalifleri tasfiye etmek için kullanmış, sadece şahısların değil akrabalarının da mallarına el koymuştur. Üstelik bu mallar hazine yerine yeni Sultan’ın yakınlarına dağıtılmıştır. Abbasiler bütçe açığını kapatmak ve savaş giderlerini karşılamak için tüccarların ve zenginlerin mallarını da el koymayı da bir gelenek haline getirmişlerdir.

Osmanlı Devleti’nde ise müsadere daha ziyade II. Mehmet ile Tanzimat dönemleri arasında uygulanmıştır. Fatih Sultan Mehmet, Osmanlı hanedanı gibi bir aile olan ve Türk boyları arasında liderlik iddiasını sürdüren Çandarlı ailesinin mallarını müsadere etmiştir. Onun döneminde aynı zamanda Veziriazam olan Çandarlı Halil Paşa idam edilerek bütün mülküne el konulmuştu. Böylece Çandarlı ailesinin etkinliği bitirilerek, Osmanlı hanedanı için tehlike olmaktan çıkmıştı.

Fatih’ten itibaren ulema dışındaki bütün devlet adamlarının malları, suçlu olup olmadıklarına bakılmaksızın, müsadere edilmiştir. Zira Osmanlı devlet geleneğine göre, devlet adamlarının elde ettikleri veya kullandıkları mülkler şahıslarına değil, makamlarına aittir. Müsaderenin yaygınlaşması ve devlet hazinesi için bir gelir kapısına dönüşmesi ile Osmanlı Taşra yöneticileri de giderlerini karşılamak ve Padişaha daha fazla vergi ve değerli hediyeler takdim etmek için zenginlerin mallarını müsadere etmişlerdir.

Ama Osmanlı tarihinde en büyük müsadereyi II. Mahmut yapmıştır.   II. Mahmut döneminde yerel derebeyler olan bir ayanın ölüm haberinin alınması, mallarının müsadere edilmesi için yeterliydi. II. Mahmut merkezi otoriteyi güçlendirmek ve ayanları tasfiye etmek için, müsadereyi etkin bir araç olarak kullanıyordu. Hatta dini vakıflar da ilk defa II. Mahmut döneminde müsadere edilmiştir. Bektaşi vakıflarının müsaderesi bunun ilk örneğidir.

II. Mahmut döneminde mallarına el konulanlardan biri de Botan aşireti Miri Bedirhan Bey’dir. Soran ve Baban aşiretlerinden sonra Botan aşiretinin de özerkliği sona erdirilerek malları müsadere edilmişti. Ama Bedirhan Bey’in çocukları ve torunları müsadere edilen malları geri almak için her türlü mücadeleyi sürdürmüşlerdir. Öyle ki İstanbul’da başlayan Kürt milliyetçiliğinin kökleri bu ailenin bireysel mücadelesine dayanır. Celadet Ali Bedirhan’ın mücadelesi bunun en iyi örneğidir.

Büyük bir zorbalık ve hukuksuzluk örneği olan müsadereye, bazı devlet adamları tarafından eleştiriler de getirilmiştir. Mesela Defterdar Mehmet Paşa, halkın mallarının haksız yere hazineye aktarılmasının devletin yok olmasına ve hazinenin zararına yol açacağını, alimlerin ittifakla dile getirdiğini ifade etmiştir. Ahmet Cevdet Paşa ise müsaderenin İslami kurallara uymadığını söylemiştir.

Avrupa’da Sanayii İnkılabı yaşandığı dönemde Osmanlı Padişahlarının zenginlerinin mallarını müsadere ile meşgul olması, sermaye birikimine engel olmuştur. Büyük sermayenin oluşmaması da Osmanlı Devleti’nde sanayinin gelişmesine ve bir endüstri devrimine mâni olmuştur. Avrupa’nın Endüstri Devrimi ile ilerlemesi ve Osmanlı Devleti’nin bunu başaramaması, Osmanlı Devleti’ni Avrupa’nın hem sömürgesi ve hem pazarı konumuna düşürmüştür. Tanzimat Fermanı ile müsadere usulü kaldırıldığında ise artık geç kalınmıştı.

Müsadere usulü sadece İslam Tarihi ile sınırlı değildir. Eski dünyanın tamamında olduğu gibi Avrupa ve Amerika’da da müsadere hukuku uygulanmıştır. Avrupa’da müsaderenin kurumsallaşması Roma Hukuku’na dayanır. Avrupa’da imparatorluklar, feodalite ve merkezi krallıklar dönemlerinde müsadere uygulanmıştır. Modern çağda ise ABD’de “İç Savaş” (1861-1865) esnasında savaş önlemleri kapsamında isyancıların mallarına el konulmuştur. Avrupa’daki en dramatik uygulama ise Almanya’da olmuştur. Naziler döneminde (1933-1945) Yahudi Soykırımı kapsamında Yahudilerin malları sistematik bir şekilde müsadere edilmiştir. Günümüzde ise müsadere sadece terörün finansmanı ile alakalı mallara el konulmasında kullanılmaktadır.

Türkiye’de müsadere ise müstakil bir makalenin konusudur. “Ermeni Tehciri” ile başlayıp “Varlık Vergisi” ile devam eden ve “15 Temmuz Darbesi” ile yeni bir ivme kazanan müsadere detaylı bir araştırmayı hak etmektedir.