Türkiye’nin zengin bir darbeler tarihi vardır. En son gerçekleşen 15 Temmuz Darbesi, daha evvel gerçekleşen darbelerin bir sentezi gibidir. Bu da darbe aktörlerinin derslerini iyi çalıştığını göstermektedir. 15 Temmuz bazı yönleri ile 12 Mart Darbesi’ne, bazı yönleri ile 31 Mart Vak’ası’na hatta bazı yönleri ile Şeyh Said Olayı’na benzemektedir. Ama o hain gecede yaşananlar daha çok Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması ile sonuçlanan “15 Haziran Kazan Kaldırma” olayını andırmaktadır.
Bana göre “Türk istibdat tarihi” dört dönemden meydana gelir. II. Mahmut bu karanlık düzenin ilk mimarı, Erdoğan da son temsilcisi sayabilir. Türk istibdadı, Erdoğan’ın yıkılışı ile beraber bir enkaza dönüşeceğinden, coğrafyamızda yuvalanmış bütün şer şebekeleri Erdoğan’ın arkasında saf bağlamış ve onun iktidarını yaşatmak için var güçleri ile mücadele etmektedirler.
Müstebitler ikbal ve istikballeri için tehlike olarak gördükleri kim ve ne varsa yok etmek isterler. Bunun için en sinsi ve hain planları yapar ve hunharca kan dökmekten çekinmezler. Söz konusu olan öz kardeşleri de olsa, katletmek için tereddüt göstermezler. II. Mahmut da henüz saltanatının başında iken, sırf tahta oturma ihtimalini ortadan kaldırmak için, kardeşi Mustafa’nın kanına girmekten çekinmemişti. Hem “kardeşim” dediği kişiyi katletmiş, hem de arkasından timsah gözyaşları dökmüştü.
O saltanatı boyunca çok kan dökmüş ama bir türlü huzuru bulamamıştı. Huzursuzluğu arttıkça daha fazla kan dökmüştü. Hem muhteris hem de kifayetsizdi. Osmanlı ordusunun temelini oluşturan Yeniçerilere hep şüphe ve korku ile bakmıştı. Ne yapıp edip, bir yolunu bulup bu darbeci(!) askerlerden kurtulmalı, kendine mutlak bağlı ve muti bir askeri düzen kurmalı idi. Onlar orada durdukça sarayda huzur içinde uyumak mümkün değildi. Zavallı bilmiyordu ki darbelerin sebebi askerler değil, beceriksiz idarecilerdi.
Aslında mefahirle doludur Yeniçerilerin tarihi. Ama devir değişmiş ve imparatorluklar yerlerini ulus devletlere bırakmaya başlamışlardı. Endüstri inkılabı olmuş, geleneksel silahlar, yerlerini çoktan modern silahlara bırakmıştı. Hülasa değişen şartlara göre kendini yenileyemeyen Osmanlı İmparatorluğu’nda yenilgileri yenilgiler takip ediyordu. Asıl sorumlu Saray olduğu halde, fatura hep Yeniçeri Ocağı’na kesiliyordu.
Sultan Mahmut sürekli tahrik ederek, Yeniçerileri ayaklanmaya zorladı. Yeniçeriler onda, tıpkı III. Selim gibi, bir takıntı haline gelmişti. Mutlaka lağvedilmeliydiler! 1826’da Yeniçeri birliklerinden devşirilen askerlerden Eşkinci Ocağı’nı kurmuştu. O, Eşkinci Ocağı’nı Yeniçeri Ordusu’nun yerine hazırlamakta idi. Bu durumu herkes görüyordu. Eşkinci Ocağı’nın eğitimlere başlaması ile beraber Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılacağı dedikodusu İstanbul’a yayılmıştı. Bundan dolayı 15 Haziran 1826’da Yeniçeriler kazan kaldırdılar.
Bu bir darbe girişimi değildi. Sadece Saray’a seslerini ve taleplerini duyurma girişimiydi. Ama bu olay bir darbe olarak değerlendirilmiş ve II. Mahmut’a tarihi bir fırsat verilmişti. Böylece o, Yeniçerilerden ebediyen kurtulacak ve kendine itaat eden yeni bir ordu kurabilecekti. Saraya kaçan devlet adamları ve ulema ile istişare eden Padişah, Yeniçeri ile savaşma, yani iç savaş kararı aldı. Şeyhülislam da bu savaş için fetvayı verdi.
Topçu birlikleri savaş için hazırlıklara başlarken, münadiler de şehre kirli ve yanlış bilgiler yaymak sureti ile halkı galeyana getiriyorlardı. Yeniçerilerin Sadrazam ve birçok devlet adamını katlettikleri şayiasını yayıyorlardı. Diğer taraftan “Sancak-ı Şerif” çıkarılarak İstanbul’un Müslüman halkı, sancağın altında toplanmaya davet ediliyordu. Böylece Yeniçeriler halkın gözünde, din dışı bir unsur olarak ötekileştiriliyordu. Bunun ile toplu katliamın psikolojik zemini hazırlanmış oldu. Yeniçerilerin üzerine gönderilecek birlikler ile beraber halka da silahlar dağıtılmıştı. Silahlanmış halk da sancağın altında Yeniçerilere karşı yürüyüşe geçmişti.
Ama Yeniçeriler herhangi bir taarruzda bulunmayıp sadece beklemeyi tercih etmişlerdi. Halka karşı herhangi bir eylemde bulunmadılar. Halbuki isteselerdi çok kan dökebilirlerdi. Bir müddet sonra Yeniçeri kışlalarına yapılan top atışları ile iç savaş başladı. Herhangi bir karşı saldırıya geçmeyen Yeniçeriler, neye uğradıklarını bilmeden büyük bir şaşkınlık içinde kaçışmaya başladılar. Ve Yeniçeriler yakalandıkları yerlerde, diğer askerler ve silahlandırılmış halk tarafından hunharca katledildiler. Ne kadar tanıdık bir manzara değil mi?
Bu gelişmeleri büyük bir lütuf olarak karşılayan II. Mahmut, Yeniçeri ordusunu lağveden fermanı yayınladı. Zaten bu olaya da “Vak’a-i Hayriye” yani “hayırlı olay” adı verildi. Binlerce askerin yargısız katledildiği hayırlı(!) bir olay. Böylece Rus ordusunun İstanbul’a davet edilmesi ile sonuçlanacak bir sürecin en önemli adımı atılmış oldu.
Recep Tayyip Erdoğan ister karakterinin gereği olsun ister yetiştiği siyasi düşüncenin etkisiyle olsun, Türk ordusunu kendi ikbal ve istikbaline daimî bir tehlike olarak görmüştür. Ayrıca darbelerin hüküm sürdüğü bir iklimde siyaset yapmasının onun üzerindeki etkilerini göz önünde bulundurmak gerekiyor. Onun, 28 Şubat ve 27 Nisan gibi askeri müdahalelerden dolayı askere bir kini vardı. Bütün bunlardan dolayı mutlaka TSK’den kurtulmalıydı.
Evet 15 Temmuz, Erdoğan’ın kısmen başarıya ulaşmış, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni lağvetme operasyonudur. 15 Temmuz gecesi yaşananlara, o gece için yapılan hazırlıklara ve darbe sonrası gelişmelere mahruti baktığınızda TSK’nin hedef alındığı operasyonlar silsilesi görürsünüz. Darbeye giden yolda döşenen taşlardan hangisini kaldırırsanız kaldırın altından Erdoğan çıkar. 15 Temmuz’un bir darbe planı yoktur. Çünkü o gece Türk ordusunu imha planı vardır.
15 Temmuz’dan evvel kamuoyu bir darbenin olacağına, Erdoğan’ın kontrolündeki medya tarafından hazırlanmıştı. Hazırlanan sadece kamuoyu değildi. En büyük hazırlığı Erdoğan yapmıştı. Bu hazırlıklar TSK içinde ve dışında olmak üzere ikiye ayrılır. TSK içindeki hazırlıkları doğal olarak Hulusi Akar koordine etmektedir. TSK dışındaki sivil ve sivil görünümlü paramiliter hazırlıkları ise Erdoğan’ın sır küpü Hakan Fidan.
14 ile 15 Temmuz’da MİT Müsteşarı, Genel Kurmay Başkanı, Kuvvet Komutanları ve Özel Kuvvetler Komutanı’nın toplantı ve görüşmeleri darbenin yapılan son rötuşlarıdır. Ayrıca o gün MİT Müsteşarı, dönemin DİB Başkanı Mehmet Görmez ve Suriyeli muhalif liderlerden Muaz El-Hatib’in toplantıları ile gecenin finali kararlaştırılmıştı.
Hatta öyle ki; darbeye katılacak askerlerin tereddüt yaşamamaları için bir askeri hareketin yasal zemini dahi hazırlanmıştı. 14 Temmuz 2016’da Erdoğan, 2010 yılında darbelere meşruiyet zemini hazırladığı gerekçesi ile kaldırılan EMASYA Protokolü’nü tekrar yürürlüğe koymuştu. 23 Haziran 2016’da yasalaşan 6722 numaralı kanun, apar topar hem de Erdoğan tatilde(!) iken Resmî Gazete’de yayımlanmıştı. Herhalde Erdoğan, TSK kendisine darbe(!) yapsın diye bu protokolü imzalamadı. Bilakis 15 Temmuz günü planladığı devrimin zeminini oluşturmak için bu kanuna ihtiyacı vardı. Kanun askerlere valilerden izin almadan terör olaylarına müdahale yetkisi veriyordu ki, birçok birlik terör saldırısını engellemek amacı ile kışladan çıktığını zannediyordu.
Yaşanan olaylardan, 15 Temmuz gecesi üç ayrı operasyonun planlandığı anlaşılmaktadır.
TSK içinde NATO’cu ve Avrasyacı kanatların olduğu bir gerçektir. Bu kanatlar arasındaki çekişmelerden istifade edilerek, bir darbede her iki kanadın birbiri ile çatışmasını sağlayacak operasyonlar organize edilmişti. Bazı birlikler NATO’cuların bazıları da Avrasyacıların emrine verilmişti. İki grup farklı zamanlarda sokağa çıkarılarak karşı karşıya getirilmek istenmişti. Böylece bir iç savaşın zemini hazırlanmıştı. Eğer bu plan gerçekleşse idi planın son safhasına geçilecek ve Erdoğan, hazırladığı diğer militer ve paramiliter kuvvetler aracılığı ile üçüncü darbeyi gerçekleştirecekti. Böylece TSK’yi tamamen tasfiye edip kendi ordusunu kuracaktı. Tıpkı II. Mahmut gibi.
O gece Hulusi Akar’ın “erkene aldık” diyerek NATO’cuların bir kısmını akşam ve bilahare Avrasyacıları gece sokağa çıkarması, her iki grubun telaşlanıp birbirine karşı harekete geçmesini sağlamak içindi. Çünkü askerler bilirler ki TSK’de darbeyi yapan grup, diğerini hep şiddetli bir şekilde tasfiye etmiştir. Tıpkı 27 Mayıs ve 12 Mart darbelerinde olduğu gibi.
O gece TSK’deki iki grubun birbiri ile çatışması ve çok kan dökülmesi için birçok provokasyon yapıldı. Havadaki uçakların düşülmesinden denize açılan savaş gemilerinin batırılmasına ve bazı askeri birliklerin bombalanmasına kadar korkunç emirleri verildi. Bu emirleri genelde TSK’deki yetkisiz kişiler ve sivil idareciler vermiştir. Bu emirleri verenler o gece uygulamaya konan planın parçasıdırlar. Bütün bunların, ordu içinde bir iç çatışmanın hatta ülkede bir iç savaşın fitilini ateşlemeye yönelik olduğu aşikârdır. Farz-ı muhal 1. Ordu ile 2. Ordu çatışsa ne olurdu? Ama TSK kadrolarının sağduyusu ile bir felaketin kıyısından dönülmüş oldu. Bu arada polis ve halk ile beraber hareket etme kurnazlığını gösteren Avrasyacılar birkaç bin kişilik akşamın şaşkın darbecilerini bastırınca süreç Avrasyacılar lehine dönmüş oldu.
TSK’deki dengenin Avrasyacılar lehine değişmesi, orduyu şahsi ikbal ve istikbali için en büyük tehlike olarak gören Erdoğan’ın isteyeceği bir durum mudur? İki kanat arasındaki çekişmelerinden istifade etmek daha mantıklı değil midir? Üstelik Balyoz darbe planı gibi birçok girişim uluorta dururken. Öyle sanıyorum ki, Avrasyacılar lehine değişen TSK’deki denge, Erdoğan’ın hesaplamadığı ve istemediği bir durumdur. Erdoğan açısında 15 Temmuz’un planlanmayan sonucu olduğunu düşünüyorum.
Gelelim Erdoğan’ın Humeyni gibi bir devrim yapmak için yaptığı hazırlıklara:
II. Mahmut’un Sancak-ı Şerifi çıkarıp halkı davet ettiği gibi Erdoğan da minarelerden “sela verdirmek” sureti ile halkı askere karşı sokağa davet etmişti. Bunun için Diyanet camiası yeterli hazırlığı yapmış ve imamlar planları kusursuz uygulamışlardı. Böylece “Mehmetçik” İslam düşmanı bir unsurmuş gibi ötekileştirildi. Ve o gece askerlere karşı yapılan linçlerin psikolojik zemini oluşturuldu.
Kışlaların girişine gönderilmek üzere kum yüklenmiş kamyonlar hazır bekletiliyorlardı. Elbet onların şoförleri de. Onlar da o gece aldıkları emirleri kusursuz uygulayıp kamyonları ile kışlaların kapısını kapattılar.
Bir sivilin bir çatışma anında, bırakın Genelkurmay Başkanlığı’nı basması, bir polis karakolunun önünden geçmesi bile normal değildir. Hal böyle iken o gece sivil görünümlü silahlı ve eğitimli paramiliter kuvvetler Genelkurmay Başkanlığı gibi önemli kurumları basıp, asker avlamışlardı. Boğaz Köprüsü’nde askerlerin boğazlarını kesip, denize atmışlardı. Elbette bunlar hep planlı eylemlerdi.
Mesela Erdoğan’ın gizli ordusu olarak tanımlanan Sadat’a seminerler veren Hulusi Akar’ın devre arkadaşı ve dostu eski asker Nevzat Tarhan bir televizyon programında TSK ile mücadele için hazırlanan sivillerden bahsetmişti. Başkanlığını yürüttüğü bütün Asder üyelerinin o gece sokaklara çıkıp nasıl operasyonlar gerçekleştirdiklerini anlatmıştı. Bu ifadeler yapılan hazırlıkları teyit etmektedir.
O gece Erdoğan’ın güvendiği vali ve emniyetçiler de gerekli hazırlıkları yapmışlardı. Askerlere karşı kullanmak üzere halka dağıtılacak silah ve cephaneler hazırlanmıştı. Tıpkı II. Mahmut’un halka silah dağıtması gibi iç savaşın fitili ateşlenmişti.
Bir de infaz listeleri vardır. Devlet hizmeti gören her kurumdan insanların listeleri yapılmıştı. Adli bürokrasi, askeri bürokrasi ve emniyet bürokrasisi başta olmak üzere Erdoğan devriminin önünde durması muhtemel herkes fişlenmişti. Muhtemelen bunların bir kısmı bir iç savaşta infaz edileceklerin listesi idi. Ama iç savaş planı gerçekleşmeyince tasfiye listesine dönüştürüldüler. İnfaz kelimesini aşırı bulanlara o gece katliam çağrısı yapan kişilerin videolarını bir daha izlesinler.
Makale çok uzun oldu ama II. Mahmut’un münadilerinden çok daha eğitimli Anadolu Ajansı’nın o süreçte yaptığı ajitasyon ve bilgi kirliliği ile psikolojik operasyon malzemelerini servis etmesini unutmamak gerekiyor. Mesela işkenceye uğramış generallerin fotoğraflarını yayınlamak gibi.
Bir de nasıl ki; Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra Bektaşi tarikatı yasaklandı ise 15 Temmuz’dan sonra Gülen cemaati de Bektaşiler ile aynı kaderi paylaştı. Gülencilerin darbede rolleri yok muydu? Şimdiye kadar ortaya çıkan bilgilerden, darbeye katılanlardan da darbeyi engelleyenlerden de Gülencilerin olduğu anlaşılmaktadır. Bu da kurumsal bir ilişki kurmamızı engellemektedir. Bana göre istihbarat kurumları tarafından devşirilen bazı Gülenciler, bazı askerleri böyle kirli bir plana malzeme ettiler.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz. Erdoğan Türk ordusunu tasfiye etmekten vazgeçmemiştir. TSK’nın tamamından kurtulamayan Erdoğan, Avrasyacılar ile mücadelesini erteleyerek, kısa günün kârı deyip, NATO’culardan kurtulmayı tercih etmiştir.
15 Temmuz’dan sonra generallerin çoğunun tutuklanması, kurmay sınıfının nerede ise tamamının tasfiye edilmesi, askeri okulların tamamının kapatılması, birçok kışlanın tasfiye edilmesi, o gece Mehmetçiğin kafasını kesenlere yasal dokunulmazlık verilmesi, askere karşı yapılacak yeni operasyonlara katılacak sivillere yeni yasal ayrıcalıklar tanınması ve askerlik sistemin değiştirilmesi, Erdoğan’ın TSK ile mücadelesinin devam ettiğinin alametleridir. Zaten nerede ise her gün onlarca yeni subayı tutuklanmaya devam ediyor Erdoğan. Erdoğan’ın Türk Silahlı Kuvvetleri aleyhine geliştirdiği retorik başlı başına bir inceleme konusudur. Halkı ordudan nefret ettiren retoriğin örnekleri binlerledir.
“Denize düşen yılana sarılır” diyerek Rusya’dan yardım isteyen II. Mahmut gibi Erdoğan da bu süreç sonunda Rusya’dan medet ummaya başlamıştır. Korkarım ki bu süreç, Erdoğan’ın Rus himayesini talep etmesiyle sonuçlanacaktır. S-400’lerin TSK’ye karşı alındığı, Erdoğan’a yakın yazarlar tarafından ifade edildiğine göre, Rus himayesinin ilk adımı atılmış demektir.
Kısmet olursa başka bir makalede “Rus ordusu Türkiye’ye nasıl davet edilebilir?” konusunu 15 Temmuz’un devamı olarak işleyebilirim.