Ordunun hizipleşmesinin kaçınılmaz sonuçları

“Zorunlu askerlik kaldırılarak yerine gönüllü ve paralı askerlik sistemi getirilecekti.
Ordu ağır silahlardan arındırılacak ve Türkiye tank imalatı yapmayacaktı.
Asker sayısı azaltılarak 50 bin 700 ile sınırlandırılacaktı.
İstanbul Boğazı’nın her iki tarafında 15 kilometrelik alan asker ve silahlardan arındırılacaktı.
İstanbul’daki kışlalar dağıtılacaktı…”

Özet olarak verdiğim askeriyeyi ilgilendiren bu maddelerden de anlaşılacağı üzere, Sevr Antlaşması’nın öncelikli hedefi Osmanlı ordusunu tasfiye etmekti. Ülkeyi işgale hazır hale getirebilmenin zemini ancak böyle hazırlanabilirdi.

Sevr Antlaşması, elbette, Birinci Dünya Savaşı’nın neticesinde mağlup Osmanlı Devleti ile muzaffer İtilaf Devletleri arasında imzalanmıştı. Ama savaşın kaybedilmesi kadar, savaşın kaybedilmesine zemin hazırlayan olaylar da kuşkusuz önemlidir.

Osmanlı Devleti’ni Sevr zeminine sürükleyen en önemli hadise şüphesiz ordu içindeki hizipleşmedir. Ordunun kimlik krizine sürüklenmesi beraberinde hizipleşmeyi, hizipleşme de iç çatışmayı doğurmuştur. Neticesi ise devletin yıkılması olmuştur.

Yakın dönem itibari ile askeriye içinde bilinen ilk örgütlenmeyi İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) yapmıştır. Cemiyet, Mayıs 1889’da Arnavut İbrahim Temo, Kürt Abdullah Cevdet ve İshak Sükuti ile Çerkez Mehmet Reşit tarafından Askeri Tıbbiye’de “İttihad-ı Osmani” adıyla kurulmuştu. Askeriye içinde kurulan İTC; bürokrasi, basın ve entelektüel camiada da teşkilatlanmıştı.

Bernard Lewis, İttihatçıların İstanbul’daki askeri, bahri, tıbbi ve diğer sivil yüksek okullarda, İtalyan Karbonari örgütünü örnek alarak, numaralı hücreler halinde gizli olarak örgütlendiklerini ifade eder. Her hücre içinde, her üye bir numara almıştı. Mesela birinci hücrenin bir numarası İbrahim Temo idi ve numarası (1 / 1) idi. Gizli örgütlenmeyle önemli bir taban kazanan İttihatçılar, 1908’den itibaren İttihat ve Terakki Partisi’ne dönüşmüştür.

İttihatçılar bu örgütlenme sayesinde, 1908’de Makedonya’da tertip ettikleri bir ayaklanma ile Meşrutiyeti tekrar yürürlüğe koymuşlardı. 1909’da 31 Mart Vak’ası’nı bir karşı darbe ile bastırarak, Abdülhamit’i devirmişlerdi. 1913’te de Bab-ı Ali Baskını ile yönetimi tamamen ele geçirmişlerdi.

İttihatçıların askeriyedeki örgütlenmesine tepki olarak, Hürriyet ve İtilaf Fırkası da askeriyede örgütlenmeye başlamıştı. Prens Sabahaddin’in de desteğini alan ve Kurtarıcı Subaylar anlamına gelen Halaskar Zabitan (Halaskaran) adını alan örgüt, Meşrutiyet’in gerçekten hayata geçirilmesini, İttihatçıların keyfi idaresine son verilmesini, seçimlerin adil bir şekilde yenilenmesini talep ediyorlardı. En çok tepki gösterdikleri ise İttihatçıların siyaset ile orduyu birbirine karıştırmaları idi. İttihatçılar bertaraf edildikten sonra ordu ile siyasetin birbirinden ayrılmasını talep ediyorlardı.

Ordu içinde belli bir güce ulaştıktan sonra Halaskaran da İttihatçılar gibi sivil siyasete baskı yapmaya ve muhtıralar vermeye başladılar. Öyle ki Sadrazam Said Paşa, Halaskaran’ın baskıları sonucu istifa etmişti. Sait Paşa’nın istifası üzerine İttihatçılar Kâmil Paşa dışında bir ismi talep ederken, Halaskaran hem Kâmil Paşa’yı sadrazamlığa talep edip, hem de Meclis-i Mebusan’ın dağıtılmasını istediler. Her iki hizip Saray’a baskı yapmaya başladılar.

İttihatçı ve Halaskaran çekişmesi ordu içindeki terfi ve görevlendirmelerde de etkisini göstermiştir. İttihatçılar kendi mensuplarının terfi etmesi ve kritik makamlara gelmesi için mücadele ediyorlardı. Bu açık müdahale Halaskaran’ın elini kuvvetlendiriyordu. Çünkü bekledikleri terfi ve tayinleri alamayan subaylar Halaskar Zabitan’a katılıyorlardı.

Askeriye içindeki bu çekişme Balkan Savaşları’nda etkisini göstermiştir. Düşmanlarla mücadele etmek yerine, kendi grubunun menfaatini gözetmeye başlamıştı askerler. İttihatçılar kendi mensuplarını, Halaskaran da kendi mensuplarını kolluyorlardı. Mesela İşkodra’da Fırka Komutanı Hasan Rıza Bey, emrindeki sekiz komutanı itaatsizlikten dolayı tutuklatmıştı. Karadağ ve Yanya’da askerler firar ediyordu. Arnavutluk’ta ise bazı komutanlar kovulmuş ve birlikler silahlarını bırakmıştı. Ordu tam bir keşmekeşliğe girmişti. Bu durumdan istifade eden Bulgarlar Çatalca’ya kadar gelmişlerdi. İttihatçılar bu durumda bile bir hükümet darbesi gerçekleştirdiler. Enver Paşa’nın 1913’teki Bab-ı Ali Baskını’nı.

Sevr ile sonuçlanacak Birinci Dünya Savaşı’na, Osmanlı Ordusu bu konjonktürde girmişti. Subaylar arasında ciddi bir güven bunalımı vardı. İki kanat arasındaki çekişmeden İttihatçılar galip gelmiş ve iktidar olmuşlardı. Onlara muhalefet edebilecek ne siyasi ne askeri bir güç kalmıştı. İttihatçılar da muhalefetsiz kalmanın konforu ile ülkeyi Almanların yanında savaşa soktular. Böylece Sevr’e giden yol açılmış oldu.

Bu hazin tabloya eklenebilecek yüzlerce örnek vardır ama biz günümüze gelelim. Aradan bir asır geçmesine rağmen değişen bir şey yok aslında. Siyaset kurumu yeniden orduya müdahale etmeye başladı.

Askerin siyasete müdahalesinin, iktidarın değişmesi ile; siyasetin orduya müdahalesinin ise devletin yıkılması ile sonuçlandığını Osmanlı Tarihi’nden biliyoruz. Bugün Türk Ordusu, tarihinin en zayıf dönemlerinden birini yaşamaktadır. Ordu kimliksizleştirilmiş ve içerisindeki dar kliklerin birbiri ile mücadele ettiği bir organizasyona dönüştürülmüştür. Bütün bu iç çatışmaların siyasi iktidar tarafından desteklendiği ve/veya organize edildiği anlaşılmaktadır.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, YAŞ Kararları ile, kendine yakın hissettiği veya kendine itaat edeceğini düşündüğü subayları terfi ettirmesi ve/veya kritik noktalara ataması, Hürriyet ve İtilaf Partisi’nin İttihatçıların iktidarını kırmak için Halaskaran’ı desteklemesine benzemektedir. Hükümetin, rütbe ve kıdemleri yetmediği halde, kritik atamalar yapmasına, bazı generaller tepki göstererek istifa etmişlerdi.

Ordu içinde örgütlenen Neo-İttihatçılara karşı Erdoğan da kendi grubunu oluşturmaya çalışmaktadır. Aslında sorun da buradadır. Neo-İttihatçılar ile Erdoğan’ın kavgasına TSK kurban verilmektedir. Birbirinin gırtlağına yapışmış iki grup, zeminin altlarından kaydığını görerek kavgalarını erteleyip, ordunun ana gövdesine müdahale etmişlerdir. Bu durum yeniden Sevr’e giden yolu hazırlamaktadır.

Cumhuriyet tarihinde genellikle asker siyasete müdahale etmiştir. Ama Erdoğan iktidarı ile beraber siyaset orduya müdahale etmeye başlamıştır. Bu durumun yarattığı ağır sonuçları da görmeye başladık. Öyle ki 15 Temmuz’dan başlayarak 2019 Yaş Kararlarına kadar geçen süre zarfında, orduya yapılan müdahaleler, tıpkı Sevr Antlaşması’nda işgalci güçlerin Türkiye’ye dayattığı hükümlere benzemektedir.

Mesela son askerlik yasası ile, adeta, zorunlu askerlik kaldırılmıştır. Az bir ücret karşılığında isteyen herkes askerlikten muaf olabilecektir. Para bulamayan fakirler ise altı ay gibi kısa bir süre bir askerlik yapacaklardır. Bunun iyi veya kötü olmasından ziyade, Sevr Anlaşması’nın ilgili maddesi ile olan benzerliği ilgilenmekteyim.

Askerliğin kısaltılması ve bedellinin sürekli hale gelmesiyle beraber TSK’nin asker sayısı da 300 bin civarına düşecektir. Bu oran, nüfus artışı da göz önüne alındığında, aşağı yukarı Sevr’de belirlenen orana denk düşmektedir.

15 Temmuz ile beraber İstanbul’daki kışlaların şehir dışına taşınması zaten Sevr Antlaşması’nda talep edilmişti. 100 yıl sonra bu talep gerçekleştirilmiş oldu. Hatta daha ileri gidilerek Sevr’de dahi talep edilemeyen askeri okullar da kapatılmıştır.

En manidar olanı ise TSK’nin elindeki Tank Palet Fabrikasının Katarlılara satılmasıdır. Uydurulan bahaneleri bir tarafa bırakırsak, Sevr’de Türkiye’nin tank imal etmemesinin bu kararda etkili olduğundan şüphe ediyorum.

Ben birkaç örnek verdim sadece. Türkiye’nin geleceğini düşünen sivil ve askerlerin, Sevr Anlaşması’nı didik didik etmeleri ve Erdoğan’ın her türlü politikaları ile mukayese etmelerinde fayda vardır. Mesela Kürt siyaset, göçmen politikaları, komşularla ilişkiler bu bağlamda gözden geçirilmelidir. O zaman yolun sonu daha net görebilir. Ve “yurtta sulh, cihanda sulh”un değeri daha da iyi anlaşılır.