100 yıl önce 10 Ağustos’ta Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasında Sevr Antlaşması imzalanmıştı.
Herkes Sevr Antlaşması’na imza koyan Sadrazam Damat Ferit Paşa’yı vatana ihanet etmekle suçlamayı tercih eder. Muhakkak ki Damat Ferit kötü bir iş yapmıştı. Ama pek kimse Sevr’e giden yolun taşlarını döşeyen İttihat ve Terakki Partisi’nden bahsetmek istemez. Böylece çok büyük bir gerçek gözden kaçırılır.
İttihatçılar verdikleri hatalı kararların sonuçları ile yüzleşmek yerine, Alman gemilerine binip ülkeden kaçmayı tercih etmişlerdi.
Sonra bazıları dönüp Sultan Vahdettin’in bir İngiliz gemisine binip kaçtığından dem vururlar. Acaba Saltanat kaldırılıp Osmanlı hanedanının yurt dışına çıkarılmasına karar verildikten sonra, Vahdettin’in “artık bu topraklarda hanedanıma hayat hakkı kalmadı” diyerek, ülkeyi terk etmesinin bu kadar abartılması, İttihatçıların yangın yerine çevirdikleri ülkeden kaçmalarını unutturmak veya perdelemek için midir? Neden olmasın!
Evet İttihatçılar kendilerini vatansever olarak anlatmayı başarmışlardı. Halbuki vatana zararları faydasından çok daha fazla olan İttihatçılar, vatansever olarak bilinmenin kaymağını on yıllarca yediler. Muhakkak ki içlerinde vatanseverler de vardı. Ama onlar da daha çok Mehlika Sultan’a aşık toy delikanlılar gibiydiler.
II. Abdülhamit’in bir enkaza çevirdiği devleti ele geçirmek, onu yönetebilecekleri anlamına gelmiyordu. 33 yıllık iktidarının sonunda artık “Abdülhamit, Osmanlı Devleti; Osmanlı Devleti de Abdülhamit” demekti. Kulağa hoş gelen bu tekerlemenin manasında büyük bir dram gizlenir de, tekerlemenin iç musikisi Osmanlı’nın inkıraz ve enkazını seslendiren güftenin üzerini kaplar, onu akıllardan ve idraklerden kaçırır.
O tahttaki ömrünü uzatmayı, Osmanlı’nın ömrünü uzatmak olarak takdim etmişti. Bu iddia olduğu gibi kabul gördüğünden, hala onun devletin ömrünü uzattığından dem vururlar. Halbuki onun saltanatının ömrü uzadıkça devletin ömrü kısalmıştı.
Nitekim o devrildiğinde devlet de yoğun bakıma girmiş ve bir kaç yıl içinde ruhunu teslim etmişti. Öyleyse Sevr’e giden yolun ilk taşlarını Abdülhamit döşemiştir denilebilir. Evet denebilir. Çünkü Abdülhamit geriye Haliç’te çürümeye terkedilmiş bir donanma ve devlete değil sadece şahsına bağlı, siyasallaşmış, hiziplere parçalanmış ve daha ziyade Alman komutanların inisiyatifine terk edilmiş bir ordu bırakmıştı. Böyle bir ordunun girdiği savaştan zafer uman bu kadronun idrak düzeyini sizin idraklerinize bırakıyorum.
İttihatçılar hedeflerine yani iktidara ulaşmak için her vesileyi meşru saymışlardı. Meşrutiyet’i 1908’de Makedonya’daki ayaklanma neticesinde yürürlüğe koymuşlardı. Abdülhamit’i sahte 31 Mart Olayı’nı bastırmak sureti ile tahttan indirmişlerdi. Nihayet 1913’te Bab-ı Ali Baskını ile hükümeti gasp etmişlerdi. Üç muazzam gayrı meşru olay üzerine meşru bir iktidar kurmak imkansız olduğundan, Abdülhamit’ten daha fazla istibdat uygulamışlardır ki buna İttihat ve Terakki Diktatörlüğü denir.
Nitekim mezkur diktatörlük Osmanlı Devleti’ni Birinci Dünya Savaşı’na, daha barışçıl ve ciddi bir savunma savaşı yerine saldırgan bir politika ile, cehennem gibi bir ateşin içine sürüklemişti. Çünkü İttihatçılar meşruiyetlerini, elde edecekleri bir zaferde arıyorlardı.
Nasıl bir özgüvense, Saray’a damat olma başarısını zafer sarhoşluğuna dönüştürüp ülkeyi o sarhoşlukla ateşe sürüklemişti, Enver Paşa. Bir mukayese edecek olursak, Saray’a damat olmak dışında yeterli bir hikayesi olmayan Enver Paşa’nın savaş cephelerindeki başarısını (!), yine Saray’a damat olmak dışında herhangi bir hikayesi olmayan Damat Berat’ın ekonomisindeki başarısına (!) benzetebilirsiniz. Ne yazık ki zamanın bir kez daha döngüsel olarak aktığı anın şahitleriyiz.
Evet tarih tekerrür ediyor. Yine devletin tepesini diktatörlük heveslisi bir muhteris işgal ediyor, onun etrafında da onun bu zaaf, iştiha ve ihtirasını fırsata çevirmek isteyen Neo İttihatçılar. Adeta, İmparatorluğun son 35-40 yılında yaşanan trajediler; Türkiye’nin 5-10 yılında ve daha hızlı bir şekilde yaşanmaya başlandı.
Ülke ekonomide, iç ve dış politikada bir çıkmaza doğru kontrolsüz bir şekilde sürükleniyor ve hergün daha da yönetilemez hale geliyor. Bu durumun farkında olan ve özünde birbirine düşman İslamcı ve Neo İttihatçı koalisyonu, hergün daha da arttırdıkları zaptiye marifeti ile kontrolü ellerinden kaçırmamaya çalışıyorlar.
Türkiye’de her sahadaki yüksek tansiyonun temel sebeplerinden biri de İslamcılar ile Neo İttihatçılar arasında yaşanan gizli çekişmenin ve yüksek gerilimin dışa yansımasıdır. Hukuksuz uygulamalarla sürekli el yükselten bu tarafların oluşturduğu kaos ülkeyi uçuruma götürmektedir.
Sahteliği her gün biraz daha ortaya dökülen 15 Temmuz darbesi, uyduruk ve mühürsüz Referandum sonucu yapılan rejim değişikliği ve son olarak Erdoğan ifadesi ile “Atı (ç)alan Üsküdar’ı geçti” sözü ile tanımlanan ve çalınan Cumhurbaşkanlığı seçimleri ile iktidarı adeta gasp eden mezkur koalisyonun, kamu vicdanında onlara meşruiyet kazandıracak büyük bir başarı hikayesine ihtiyacı vardır.
Nasıl ki İttihatçılar meşruiyeti cephelerde elde edecekleri bir zaferde arıyorlardı, bu iktidar da kamu vicdanında meşruiyeti bir savaşta ve onun getireceği zaferde aramaktadır. Böylece hem ekonomik çöküntünün faturası savaşa kesilebilir, hem de zafer naralarının sırtında iktidarlarını devam ettirebilirler.
Son birkaç ayda baş döndürücü hadiselere baktığınızda mezkur koalisyonun, tarihi konjonktürden tevarüs eden hadisleri yeniden piyasaya sürdüğü anlaşılmaktadır. Sevr ve Lozan gibi, Ayasofya ve Halifelik gibi tarihsel hadiseler yeniden pişiriliyor.
Bu arada kısa bir bilgi notu vermekte fayda vardır. Türkiye’deki bütün siyasi cereyanlar özünde anti-Batı’dır. Batıcılar ve laikler dahi anti-Batı’dır. Atatürk’ün siyasi bir akıma dönüştürdüğü Batıcılık ve Laikçiliğin nihai hedefi Batı’yı geçip, onu yenmek olduğu unutulmamalıdır. Türkiye Cumhuriyeti tarihi bunun şahitliği ile doludur.
Hatay’ın Türkiye’ye katılması, Kıbrıs Barış Harekatı ve Kuzey Suriye’de bazı yerlerde Türk bayrağının dalgalanması, aslında Batı ile hesaplaşma damarının canlı kaldığının ve Batı ile savaşın devam ettiğinin göstergesidir. Yeniden fetihçi politikalarla komşulara karşı saldırgan politikaların dillendirilmesi, özde anti-Batı olmanın tezahürüdür. Türkiye’de HDP hariç diğer partilerin dış politikada hatalı da olsa iktidarın arkasında saf bağlamaları bu partilerin anti-Batı doğalarından kaynaklanmaktadır.
Madem böyledir. İktidar yeniden, yeni bir Sevr’e giden yolun taşlarını döşerken, içeriden bırakın ciddi bir muhalefet ile karşılaşmayı, destek göreceğini de öngörebiliriz. İktidar ve muhalefetin el birliği ile ülkeyi uçuruma sürüklediğini söyleyebiliriz.
Birinci Dünya Savaşı’nda İttihatçılar inanmadıkları halde Kutsal Cihat ilan etmişlerdi. Bu gün iktidardaki koalisyon da benzer bir atak ile Halifeliği ilan edebilir. Hatta muhalefet de böyle bir girişime destek olabilir.
Nasıl ki Araplar Kutsal Cihat’ı kale almadı, Erdoğan’ın ilan edeceği bir Halifeliği de kale almayacaklardır.
Kutsal Cihat’ın ilan edilmesi Sevr ile sonuçlanacak hezimette oynanan son koz değil miydi?
Sevr hortlağı Ankara sokaklarında nabız yokluyor. Napalım, biz de Mehmet Akif gibi deriz;
“Üç beyinsiz kafanın derdine, üç milyon halk…”