Bir faaliyetin askeri boyutunu görebilmek için kullanılan kavramlara bakmak gerekir. Örneğin “Suriye’de icra edilen bir operasyonda, operasyon komutanı harekât merkezinden İHA’lar vasıtasıyla gelen görüntüleri analiz ederek takviye veya hazır kıta birliklerini bölgeye sevk etti” cümlesinde, “komutan”, “hazır kıta”, “harekât merkezi” gibi çok bariz askeri terminolojiye ait ifadeler göze çarpıyor. Buradan yola çıkarak yapılan faaliyetin askeri boyutu olduğunu anlayabiliriz.
Buraya kadar yazılanlar askerler için oldukça normal bir durum. Asıl soru şu: Askeri bir konuyu siviller planlarsa nasıl olur? Kullanacakları kavramlar yine askeri mi olur? Yoksa “sivilleştirilmiş askeri kavramlar” mı kullanırlar?
Erdoğan tarafından yayınlanan birkaç kararnamede kullanılan “sivilleştirilmiş askeri kavramlara” bakarak “acaba askeri bir plan mı işliyor” sorusunu mu sormalıyız? Yoksa bu durumu “normal” mi karşılamalıyız?
Erdoğan Türkiyesi’nde (Jandarma dahil) TSK’nin nasıl tasfiye edildiğini ve bilahare TSK’nin varoluş doğasına zıt bir yapıya dönüştürüldüğünü daha evvel yazmıştım. Devam eden bu sürece paralel olarak kurulan ve/veya kurulmaya çalışılan yapılara ise, mutlaka “sivilleştirilmiş askeri planlama” açısından bakılması gerekir.
21 Ağustos 2020’de yayınlanan Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nde Ankara’da mevcut olduğu gibi İstanbul’da da “Takviye Hazır Kuvvet Müdürlüğü” oluşturulacağı bilgisi yer aldı. Kamuoyunda mevzu üzerinde önemini hak eden derece durulmadı. Mevzu ile hassaten ilgilenmesi gerek siyasi partiler, unutmuşa benziyorlar.
Bir diğer önemli karar ise Eylül ortasında İçişleri Bakanı Süleyman Soylu tarafından açıklandı. Ülkedeki tüm kameraların Cumhurbaşkanlığına bağlandığı duyurdu. Soylu, “Türkiye’nin bütün lokasyonlarını, bütün kameralarını, asayişini ve trafiğini ve hakikaten buradan da Cumhurbaşkanlığı’ndaki ilgili birime aktarabileceğimiz olağanüstü bir mekanizmayı ortaya koyuyoruz” dedi.
Tabii, “Hazır Kuvveti”n kurulmasını, veya kameraların tek bir merkezden izlenmesini, eğer “asker” bir Cumhurbaşkanı emretmiş olsaydı, diyebilirdik ki, Cumhurbaşkanı bir savaş planlıyor. Çünkü; “Hazır Kuvveti”n ilk paragrafta geçen “hazır kıta”dan bir farkı olmadığı gibi, kamera görüntülerinin Cumhurbaşkanlığında toplanmasını da, kurduğu “Harekat Merkezi” için derdik.
Ama bunu sivil bir Cumhurbaşkanı ve sivil ifadelerle “Hazır Kuvveti” ve “görüntü aktarımı” şeklinde kullanınca, pek kimse sorgulamıyor veya şüphelenmiyor. Üstelik bu konularda sicili kabarık bir Cumhurbaşkanı olmasına rağmen.
Bu kararnamelerde geçen hususların masum olduklarını düşünmeden evvel ayrıca şunları da eklemek lazımdır. Askeri bir harekâtın, mutlak bir planı ve tatbikatı olur. Eğer bu kararnameler rastgele değilse, ki kesinlikle değildir, Erdoğan Türkiyesi’nde;
– Genel bir Erdoğan direktifi vardır.
– Bu direktife göre hazırlanmış bir plan mevcuttur.
O mevcut planın safhalarından ikisi ise “Hazır Kuvveti” ve İHA’lar gibi çalışacak kameraların operasyon merkezi karargâha yani Cumhurbaşkanlığı’na bağlanması ile gerçekleşmiştir.
Şimdi sırada ne olabilir? Eğer Harekât Merkezini Cumhurbaşkanlığı’nda kurmuşlarsa altyapı, iletişim, telsiz, telefon gibi askeri literatürde “muhabere”, sivil literatürde “haberleşme” veya “iletişim” olan safhadadırlar. Geçenlerde, ilgili olmayan sivillerin pek anlayamadığı, bu “haberleşme”nin Cumhurbaşkanlığı üzerinden düzenlenmesi veya paylaşılması hakkında bir kararname çıktı. 18 Eylül 2020’de kurulan ‘Stratejik İletişim ve Kriz Yönetimi Dairesi Başkanlığı’, “muhabere” safhasının da gerçekleştirildiğini göstermektedir.
Peki, bundan sonra? Haberleşme altyapısı da tamamlandığına göre!.. Prova veya askeri dildeki “tatbikat” safhasına geçerler. Erdoğan’ın sarayında bulunan “Harekât Merkezi” ile “Hazır Kuvvetini” sevk ettikleri provalar veya canlı tatbikatlar.
Son günlerde yapıldığı gibi, Samsun ve Afyon’da mevsimlik Kürt işçilerini dövmeler ile askeri helikopterden köylüleri atma gibi olaylarla Kürtler üzerinden provalar veya Cübbeli’nin “silahlı 150 Selefi tarikatı” üzerinden provalar, tatbikatlar yapılabilir.
Bu provalar sayesinde de planlarını gözden geçirip revize ederek asıl tasarladıkları sivil görünümlü askeri harekâtı icra edecek gibi görünüyorlar. Evet, Erdoğan yeni bir planlama yapıyor.
15 Temmuz’dan önce yaptığı planları ve bu planları uygulamak için yaptığı hazırlıkları, kimse darbeden önce, anlamamıştı.
“Ata alan Üsküdar’ı geçtikten sonra” gördük ki; Erdoğan TSK’yi 15 Temmuz tuzağına çekmek için “Emasya Protokolü”nü darbeden hemen bir gün önce yürürlüğe koymuş. 1950’den beri bekleyen “Belçika Kaidesi”ne 11 Temmuz’da da Strasburg’daki Avrupa Konseyi Daimî Temsilcisi Büyükelçi Erdoğan İşcan, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’ndan gelen bir talimat doğrultusunda Avrupa Konseyi’nde beş sözleşmeye imza atmış. İmzalanan antlaşma ile darbeden kaçacakları geri almak için hazırlık yapılmış. Erdoğan hazırlıklarını tam yapmış ama NATO dahil herkes uyumuş.
Şimdi ise Erdoğan hem içeride hem de dışarıda iyice sıkışmış durumda. Tencere kaynamıyor. Salgın tedbirleri işe yaramıyor. Döviz bütün zamanların rekorlarını kırıyor. Dışarıda alınan ilaçların parasını ödemediği için yakında insanlar ilaçsızlıktan ölmeye başlayacak. Eğitim çökmüş, tarım ve hayvancılık ölmüş… Ayakta kalan tek devlet kurumu yok.
ABD, NATO, AB, Rusya ve Arap Ülkeleri ile ilişkiler hiç olmadığı kadar sıkıntılı. Akdeniz’de yüzdürdüğü hayaller suya düşmüş. Karadeniz’deki gazın gazı çoktan kaçtı. Libya rüyası yarıda kesilmiş, Suriye bir bataklık ki adını bile anmak istemiyorlar. Yunanistan bile Erdoğan’a racon kesecek duruma gelmiş. Bir de Erdoğan’ın suikast timleri Avrupa’da paçayı fena kıstırmışlar.
Bu arada Covid-19 salgınının dünyada yeniden yükselmesi, bütün dünyanın kendi iç gündemine yönelmesine sebep oluyor. AB’nin kendi içinde ve İngiltere ile olan problemleri ve ABD başkanlık seçimlerinin uzama ihtimali gibi uluslararası krizlerin de oluşturduğu puslu ortamı bir fırsata çevirip, sonuçları itibari ile 15 Temmuz’dan daha büyük ve daha kanlı bir operasyon gerçekleştirebilir.
Bu arada Türkiye’nin gerçek gündemi ile uğraşması gereken muhalefet ise, meleklerin cinsiyetini tartışır gibi, Kemal Atatürk’e, Mustafa Kemal mi, Atatürk mü diyeceklerini tartışıyorlar. Sanki ortada ona dair bir miras kalmış veya varmış gibi. Pişti meselesine hiç girmiyorum bile.