Osmanlıcılık travması ile Kürtlere bakmak

Özgürlük insan doğasının en önemli özelliğidir. İnsan özgür olarak yaratılmış ve özgür bir yaşama göre programlanmıştır. Bundan dolayı ister bireyler olsun, ister toplumlar olsun tarihin her döneminde özgürlük mücadelesi vermişlerdir. Nedir özgürlük? İnsan onur ve haysiyetine uygun bir yaşam. İnsanın renk, ırk ve cinsiyet gibi doğuştan edindiği, din, dil ve kültür gibi ailesinden miras aldığı, fikir, inanç ve sanat gibi sonradan kazandığı özellikler insan onur ve haysiyetini tamamlayan cüzlerdir. İnsan bunları özgürce yaşamak ister. Bunlardan herhangi birine yapılacak saldırı, insan özgürlüğüne yapılmış bir saldığı kabul edildiğinden, isyan ile karşılaşır.

Türkiye’de ilk defa 1804’de başlayan ve bugüne kadar devam eden özgürlük isyanları, aslında ve daha çok insan tabiatının ürünüdür. Osmanlı Devleti’nde meydana gelen Sırp, Rum, Arnavut, Bulgar, Ermeni, Arap ve Kürt isyanlarının nedenlerine baktığımızda en dip sebebin insan doğası olduğu ortaya çıkar. Ama bunu perdelemek için bazen Fransız İhtilali, bazen harici güçlerin kışkırtması, bazen devlet adamlarının istismarı mazeret olarak ileri sürülür. Böylece büyük bir hakikatin üstü farklı farklı şallarla örtülür. Örtülür de geçmişteki hatalar bugün tekrar edilir.

İngilizler insan tabiatını en iyi okuyan milletlerin başında gelir. Onun için önce 1707’de İngiltere ve İskoçya, sonra 1801’de İrlanda ile birleşerek Birleşik Krallık adını alır. Adil bir temsil ile dil, inanç ve kültür özgürlüğü sağlayarak günümüze kadar devam eden bir refah düzeyi inşa etmişlerdir. Bugün Birleşik Krallık’ta Galce, İskoçça, İrlandaca, Kernevekçe gibi diller İngilizce gibi resmi dildir. Okullarda İngilizcenin yanında bu diller, tercih edenlere öğretilir.

Osmanlı Devleti’nin yönetim krizi yaşadığı dönemde kurulan ABD (1776), tıpkı Osmanlı Devleti gibi homojen bir topluma sahip değildi. 50 Eyalet bir araya geldi ve önce konfederatif bir yapı kurmayı başardı. Sonra bu yapı federasyona dönüştü. Orada da İngilizce ve İspanyolca iki resmi dil oldu. Bununla beraber 50 eyalet adaletli bir temsil ve insan merkezli bir Anayasa’nın etrafında toplanmayı başararak kıskanılan bir refah düzeyine ulaştılar.

Dünyanın en müreffeh ülkelerinden biri olan İsviçre’nin de hikayesi buna benzer. Önce konfederasyon olarak kurulan yapı zamanla sağlam bir federasyona dönüştü. Almanca, Fransızca, İtalyanca ve Romanşça ülkenin resmi dilleridir.    

19. asrın son çeyreğinde Alman federasyonu kurulmadan evvel konfedere bir görünüme sahip Almanlar ve İtalyanlar birer siyasi birlik kurmayı başardılar. Üstelik Osmanlı Devleti hergün ayrı bir parçasını kaybettiği ve ‘napalım’ diye kara kara düşündüğü bir dönemde.

Bakın yeryüzündeki müreffeh ülkelere. Onların çoğunun federal yapılar olduğunu göreceksiniz.

Muhakkak ki bazı Osmanlı devlet adamlarının ve aydınlarının bu modellerden ve dünyadaki başka güzel gelişmelerden haberleri vardı. Mustafa Reşit Paşa’dan Namık Kemal’e, ondan Prens Sabahattin’e kadar bir çok insan bu modelleri Osmanlı Devleti’ne tanıtmıştı. Adına Osmanlıcılık denen siyasetle bazı reformlar da yapılmıştı. Ama Saray ve bazı tutucu çevreler bu reformları kendi aleyhlerine algıladı ve reformlar ile mücadeleye girişti.

Mesela; II. Mahmut döneminde Ayanlar ile imzalanan Sened-i İttifak (1808) ile, ilk defa halk yönetime katılma ve padişahın keyfi idaresini sınırlama fırsatı elde etti. İngiltere’nin ‘Magna Carta’sı 6 asırlık bir gecikme ile de olsa nihayet gerçekleşmişti. Fakat bu kazanımı, Ayanlar birkaç yıl sonra kelleleri ile ödemek zorunda kaldılar.

Aydınların uzun yıllar süren mücadelesi 1876’da Mebusan Meclisi ve bir Anayasa (Kanun-i Esasi) netice verdi. Homojen olmayan toplumun temsilcileri de homojen değildi elbette. Müslüman olmayan milletvekillerinin sayısından korkan II. Abdülhamit çareyi Meclis’i kapatmakta buldu. 1908’de de Meclis tekrar açıldığında yine homojen değildi. Yine 275 sandalyeden 140’ı Gayr-ı Müslimlere aitti ve bu durum yine bir problem olarak algılanmıştı.   

II. Mahmut ile başlayan, Tanzimat Dönemi ile hayata geçirilen ve ilk Meclis’in açılması ile son meyvesini veren ‘Osmanlıcılık’ siyaseti toplumların özgürlük taleplerini pansuman tedbirlerle geçiştirdiği için başarısız olmuştur. Osmanoğulları hanedanının ömrünü 80 yıl daha uzatmaktan başka bir işe yaramamıştır. Halbuki önlerinde konfederasyon ve federasyon gibi alternatifler vardı. Tek yapmaları gereken bir İngiliz kralı kadar kendi vatanlarını ve vatandaşlarını sevmek, onun gibi yetkilerinden feragat etmek ve toplum liderlerini yönetime katmaktı. Bu fedakarlığı yapamamanın onlara da mutlu bir son hazırladığı söylenemez. İngiliz kraliyet ailesi ile Osmanoğulları ailesinin son durumlarını mukayese edebilirsiniz.     

Osmanlıcılığın yerine getirilen İslamcılık da, bilahare gelen Türkçülük ideolojileri de aslında başarısız olmuşlardır. 1913 Bab-ı Ali Baskını ile iktidarı gaspeden İttihatçılar bir bakıma mezkur üç ideolojinin karması bir siyaset izlemişlerdir. Balkan Milletlerini kaybeden Osmanlı idaresi, Araplar arasında başlayan özgürlük taleplerini demir yumruk ile ezmeyi tercih etmişlerdi.

Osmanlıcılık siyasetinin başarısızlığı devlet adamlarında travmalar yaratmıştı. Devlet Rumların, Sırpların, Bulgarların, Karadağlıların, Arnavutların ve Boşnakların ayrılmasını engelleyememişti. Güya çok şey yapmıştı ama bu milletler Osmanlı’ya nankörlük(!) etmişti. Türk’ten gayrısını nankör görme travmasıdır bu. Bu travma onların sağlıklı politikalar üretmesine engel ve hiç unutulmayacak tarihsel yaralar açılmasına sebep olacaktı. Hiçbir zaman ‘biz nerede yanlış yapıyoruz’ diye dönüp bakmayacaklardı, kaba kuvvetin esirleri.

Cemal Paşa, hem 4. Ordu Komutanı hem de Suriye, Lübnan ve Hicaz bölgelerinin umum valisidir. Beyrut ve Suriye’de başlayan Arap milliyetçiliği nerede ise bütün Arap coğrafyasına yayılmıştır. Bunun için kurulmuş bir çok dernek ile gazete ve dergi vardı.

Cemal Paşa da Osmanlıcılık travması ile Araplara bakıyordu. Arap aşiret liderleri, aydınları, toplum önderleri, belediye başkanları, Arap mebuslarından oluşan 34 kişi Cemal Paşa’nın emri ile idam edilmişti. 1915-16 yıllarında gerçekleştirilen idamlar ile güya Arapların milliyetçiliği engellenecek ve Araplar Osmanlı Devleti’ne bağlı kalacaklardı. Aslında tam tersi oldu. Lübnan’da idam sehpasına götürülen Arap milliyetçileri marşlar söyleyerek, başları dik ölüme yürümüşlerdi. Sadece idamlar yoktu elbette. Yüzlerce Arap tutuklandı, onlarca Arap işkencelerden geçirildi ama sonuç değişmedi. Araplar Şerif Hüseyin liderliğinde isyan ettiler. Kazandılar.

Şimdi de devletin başında tıpkı İttihatçılar gibi tarih bilmez, kitap okumaz, laftan anlamaz bir güruh var. Başarısız olmuş bir siyaseti, Osmanlıcılığı, sırf kendi iktidarlarını tahkim için yeniden sahaya süren Neo Osmanlıcılar ve Neo İttihatçılar Kürt sorununa da tıpkı Araplara, Arnavutlara, Rumlara, Sırplara ve Ermenilere baktıkları gibi bakıyorlar. Derin tarihi travmaların komplikasyonlarına maruz kalmış bir çürümüş bir zihniyetin kısırlığı ile kan ve şiddetle çözmeye çalışıyorlar.

İdeolojiler toplumların ruhu gibidir. Hükümet ve peşinde sürüklenen güruh, Neo Osmanlıcılığı benimseyince, birden kendilerini 19. Yüzyılın siyasi paradigmasının içinde buldular. Düne kadar el ele tutuştuklarına karşı düşmanca bir tavra girdiler. Sıfır sorun politikasından, yedi cephede savaşa geçiş, Neo Osmanlıcılık ruhunun Saray ve topluma girmesi ile bağlantılıdır. E, sarayda oturunca kendini padişah sanıyor doğal olarak. Herkesi de kendi saltanatının düşmanı görüyor.

Doğu Akdeniz’de yaşanan kriz, Yunanistan ile savaşa sürükleyen atmosfer, Suriye, Irak ve Libya’da Araplara karşı takınılan tavır, diğer Arap ülkeleri ile bozulan ilişkilerin hepsi, Neo Osmanlıcılık düşüncesinin hortlaması ile bağlantılıdır. Üstelik bir çözüm de ileri sürmüyorlar. Tek dedikleri; ‘buralar bir zamanlar bizimdi.’

Osmanlıcılık travmasının nüksetmesi ile devletin Kürtlere bozuk bakışı daha da bozuldu. Neo Osmanlıcı iktidar Türkiye Kürtlerine, tıpkı Cemal Paşa’nın travmatik yaklaşımı gibi, Balkan travması ile bakıyor. ‘Rumlar, Sırplar, Bulgarlar, Arnavutlar, Araplar bizim topraklarımızı gasp etti. Şimdi de Kürtler edecek. Öyle ise ezip geçelim’ diye düşünüyorlar. Bu milletlere ‘sanki uzaydan gelmişler’ muamelesi yapılıyor.

Cemal Paşa’nın Arap mebuslarını, Arap belediye başkanlarını, Arap aşiret liderlerini ve Arap aydınları idam etmesi gibi Erdoğan da Kürt milletvekillerini, Kürt belediye başkanlarını, Kürt liderlerini ve aydınlarını adeta yok etmek istiyor. Sanırım idam cezasını tekrar bundan dolayı gündeme getiriyorlar.

Şiddet daha önce hiçbir sorunu çözmediği, gibi bugün de çözemeyecektir. Kürt sorununda tek bir çözüm vardır bana göre: Türkiye federal bir yapıya dönüşebilirse ömrünü uzatabilir. Yoksa şiddet sadece Saray’da oturan zatın ömrünü uzatır. Devletin değil.

Ama ne söylesem tesiri yok biliyorum. Ama gönül de susmama izin vermiyor. Madem böyledir ben de son sözü Rıza Tevfik’e bırakıyorum:

“Eşek silahtar oldu, köpek mühürdar, katır da defterdar.”



About Me

Ali Agcakulu is an academic, author, and columnist. After he graduated from the Graduate School of Social Sciences at the Yildiz Technical University in 2016, he worked as a Postdoctoral research fellow at The Catholic University of America. He published two books; “The Brief History of Kurdish Nationalism” and “Said Nursi’s Political Theory or The Reform of Islamic Political Thought”. As a journalist, he was a columnist with Rota Haber and Ocak Medya news websites between 2015-2019. He also has many academic and semi-academic articles published in various magazines and newspapers. He is currently a columnist with the Ahval News website. His expertise is on the history and philosophy of Turkey’s relationships between religion and politics.

Haber bülteni

%d blogcu bunu beğendi: