‘Avrupa İslamı’na doğru…

İslam karşılaştığı toplumlar tarafından yorumlanmış ve zaman içinde farklı farklı anlayışlar ortaya çıkmıştır. Bu durum, haddi zatında, İslam’a aykırı değildir. Çünkü İslam itikat ve muamelata dair temel kaideler vaz etmiş ve karşılaştıkları kültürleri bazı denetimlerden geçirerek bünyesine almıştır. Böylece zaman için Arap İslamı, İran İslamı, Türk İslamı, Pasifik İslami ve Afrika İslamı ortaya çıkmıştır. Elbette bahsettiği bu durum mezheplerden farklıdır. Her ne kadar farklı olsa da mezheplerin ve tarikatların kuruluşunda da benzer etkilerin varlığı asla inkâr edilemez. 

Şimdi ise modern Avrupa’nın İslam ile veya İslam’ın modern Avrupa ile yeni bir karşılaşmasının krizi yaşanıyor. İngiltere daha ziyade Hindistan’dan (Pakistan ve Bangladeş dahil) taşıdığı Müslüman bir nüfusu, Fransa daha ziyade Kuzey Afrika ülkelerinden taşıdığı Müslüman bir nüfusu içinde barındırmaktadır. Buralardaki Müslümanlar daha ziyade sömürge döneminin bakiyeleridir. Almanya ise 5 milyondan fazla bir Müslüman popülasyonu barındıran bir diğer önemli Avrupa ülkesidir. Büyük çoğunluğunu, Türkiye’den işçi olarak Almanya’ya göçenler oluşturduğu için, yapı ve mantalite olarak diğer iki ülkeden farklıdır. Bununla birlikte Avusturya, Hollanda, Belçika ve diğer Avrupa ülkeleri de önemli oranda kozmopolit bir Müslüman nüfusa sahiptirler. 

Avrupa Müslümanları bir göçün ürünüdür. Bundan dolayı Avrupa Müslümanlarının, Avrupa’nın yerleşik siyasal düzeni ve değerleri ile entegrasyonu, bu değerlerle çatışması veya asimilasyon gibi konular çözüm beklemektedir. Avrupa Müslümanları, hatalı bir tercih olarak, kimliklerini korumayı geldikleri ülkelerle bağlarını sıkı tutmaya bağladıklarından, üç merkezde gelişen fikir akımlarının, onlar arasında agresif bir şekilde yayıldığı görülmektedir. Pakistan, Mısır ve Türkiye’nin daha çok İslam’ın Orta Çağ (bunun ile kastettiğim Gazali’den sonra başlayıp ve 20. Asra kadar devam eden dönemdir) değerlerinden tevarüs edip, Modern Çağın şartlarına göre herhangi bir yoruma tabi tutmadan Avrupa’ya aktardığı selefi fikirler ve uygulamalar artık bir soruna dönüşmüş bulunmaktadır. Halbuki her zamanın bir hükmü vardır. Ve zamanın değişmesi ile İslam ahkamının da değişmesi zarureti değişmeyen bir kaidedir. 

Orta Çağ değerleri derken bir örnek vermek istiyorum. Zira vereceğim bu örnek İslam’ın Orta Çağ yorumunun günümüze aktarılmasının her şeyden önce Müslümanlar için bir problem kaynağı olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. 

 İslam hukukunun geliştirdiği kavramlardan biri de “daru’l-islam” ve “daru’l-harp” (daru’l-küfür) kavramlarıdır. Klasik dönemin bakış açısı ile Avrupa daru’l-harptir. Çünkü fethedilmemiştir ve İslam hukuku uygulanmamaktadır. TDV İslam Ansiklopedisi bu konuda şöyle der:  

“Dârülharp, halkının müslüman olması veya ülkenin müslümanlar tarafından fethinden sonra orada İslâm hükümlerinin uygulanmasıyla dârülislâm haline gelir. Bu konuda İslâm hukukçuları görüş birliği içindedir.”

Evet Müslüman fıkıhçılar bu konuda birçok hüküm ortaya koymuşlardır. Bu fıkıhçılardan biri olan ve günümüzdeki selefi hareketlerin hem mimarı hem de itikat ve fıkıh imamı İbn-i Teymiyye “daru’l-harp” konusunda şöyle demektedir: 

 “İslâm şerî’atinden çıkanlara da yardım etmek haramdır. Orada (daru’l-küfür) ikamet eden kimseye gelince, eğer dininin icaplarını yerine getirmekten âciz ise hicret etmesi vacibtir. Aksi halde vacib değil müstehaptır. Mal ve canlarıyla müslümanların düşmanlarına yardım etmeleri ise haramdır. Ortadan kaybolmak, yan çizmek ve hile gibi yolların hangisiyle mümkünse onunla bu durumdan sakınmaları vaciptir.”

Bu hükme göre İbn-i Teymiyye’nin fikirlerini takip eden Avrupalı bir Müslüman’ın mesela vergi vermek sureti ile yardım etmesi haramdır. Dolayısı ile bundan kaçınmak için yan çizmesi ve hileye başvurması ise vaciptir. Bu düşünce Avrupa’da yaşayan ve vatandaşlık sözleşmesi ile bulunduğu ülkeye bağlılık yemini yapan selefi Müslümanları kendi ülkelerine sadakatsiz hale getirmiştir. Bu durum Türkiye’de iktidarı ele geçiren selefilerin Türkiye’ye sadakatsiz davranıp devleti soymalarının nasıl meşrulaştırıldığını izah ettiği gibi Berlin’deki camide yapılan yolsuzluğun nedenini de izah eder.   

Halbuki Orta Çağ Avrupası dini olarak homojen bir toplumdu. Orada Müslüman bir nüfus yoktu. Bundan dolayı bu kavramlar artık günümüzde geçerliliğini kaybetmiştir ve yeni bir kavramlaştırmaya ihtiyaç vardır. 

Binaenaleyh şeriat ile idare edilen Suudi Arabistan, İran ve Malezya gibi ülkeler dahil, bütün İslam ülkelerindeki siyasi yönetimlerindeki İslam’a aykırılıklar, seküler Avrupa’nın İslam’a aykırılıklarından çok daha fazladır. Hatta seküler Avrupa’daki uygulamaların yüzde 90’ın üzerinde İslam’a uygun olduğu söylenebilir. İslam siyasi düşüncesinin iki temeli olan “meşveret” ve “adalet” ilkeleri Avrupa’da uygulanırken, İslam ülkelerinde istişare ve adaletten bahsetmek nerede ise imkansızdır. Halbuki Hazreti Ali “devletin dini adalettir” der. Yoksa devlet namaz kılmaz ve oruç tutmaz. Adalet varsa İslam vardır. Adalet yoksa İslam da yoktur.    

Almanya ile Türkiye’yi mukayese ettiğimde, Almanya’nın Müslümanlara sunmuş olduğu dini özgürlüklerin, Türkiye’nin Müslümanlara verdiği dini özgürlüklerden, temelde ve detayda daha geniş olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Meseleye özgürlükler açısından baktığımı ve dar bir yorum getirdiğimi düşünenlere, din karşısında tam sorumluluğun tam özgürlere mahsus olduğunu hatırlatmak isterim.  

Madem öyledir, artık, memleketleri daru’l-küfür ve daru’l-islam diye ikiye ayırmak yerine “daru’l-adalet” ve “darü’z-zulüm” diye ikiye ayırmak İslam’ın ruhuna daha uygun olacaktır. Çünkü artık toplumlar eski zamanlarda olduğu gibi homojen değildirler. Müslümanlar sadece İslam ülkeleri diye anılan ülkelerde yaşamıyorlar. Bilakis İslam ülkelerinde yaşayan Müslümanlar, yine Müslümanların zulmü altında inim inim inlerken, Batı ülkelerinde yaşayan Müslümanlar ise dinlerini daha rahat yaşamaktadırlar. Öyle ki İslam ülkelerinde dinlerini yaşama fırsatı verilmeyen Müslümanlar bir fırsatını bulup Batı’ya kaçmaktadırlar. Dinlerini yaşamak için Batı’dan İslam ülkelerine kaçan Müslüman ise bilmiyoruz. Evet Müslümanlar darü’z-zulümden daru’l-adalete kaçıyorlar. Zaten ilk Müslümanlar da darü’z-zulümden daru’l-adalet olan Habeşistan’a kaçmamışlar mıydı?

Hülasa-i kelam daru’l-adalet yani adil belde olan Avrupa’nın, artık kendi İslamı’nı yani Avrupa İslamı’nı inşa etmesinin vakti geldi ve geçiyor. Burada din devlet ilişkileri bakımından, dinin devletin kontrolüne girmesi gibi bir tehlikenin varlığı da söz konusudur. Halbuki din, devlet karşısından özgür ve bağımsız olmalıdır. Din kendi dinamikleri ile kendini ifade etmelidir. Bundan dolayı Avrupa’ya göç etmiş Müslümanlar Avrupa’nın şartlarına uygun bir İslam yorumunu, yani Avrupa İslamı’nı inşa etmelidirler.

Bunun nasıl olabileceğini başka bir makaleye bırakıyorum.



About Me

Ali Agcakulu is an academic, author, and columnist. After he graduated from the Graduate School of Social Sciences at the Yildiz Technical University in 2016, he worked as a Postdoctoral research fellow at The Catholic University of America. He published two books; “The Brief History of Kurdish Nationalism” and “Said Nursi’s Political Theory or The Reform of Islamic Political Thought”. As a journalist, he was a columnist with Rota Haber and Ocak Medya news websites between 2015-2019. He also has many academic and semi-academic articles published in various magazines and newspapers. He is currently a columnist with the Ahval News website. His expertise is on the history and philosophy of Turkey’s relationships between religion and politics.

Haber bülteni

%d blogcu bunu beğendi: