14 Haziran’da Brüksel’de toplanacak NATO liderler zirvesine diğer NATO üyesi ülkelerin liderleri gibi Erdoğan da katılacak. ABD Başkanı Joe Biden ise, Beyaz Saray’a yerleşmesinden sonra, ilk defa, uluslararası bir konferansta başka ülkelerin liderleri ile yüzyüze gelecek ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan düzende, bir fetret dönemi hükmünde olan Trump döneminin oluşturduğu boşluğu ortadan kaldırmaya çalışacak.
Bu zirve, Trump döneminde kısmen uygulanan infirat yani izolasyon siyasetinin yarattığı tahribatı tamir etmeyi hedeflemesi bakımından, 1947 Paris Barış Antlaşması’na benzemektedir. Zirve, ABD ve Avrupa ilişkilerinin tamir edilmesi ve aralarında meydana gelen güvensizliğin ortadan kaldırılması için çaba gösterilen bir toplantıya dönüşmektedir.
Sabık ABD Başkanı Trump, 1823’te ABD Başkanı James Monreo döneminde hayat bulan Monreo Doktrini’ne benzer bir politika sergilemeyi tercih etmişti. Monreo Doktrini’nin özü ABD’yi eski dünyanın yani daha ziyade Avrupa’nın siyasi entrika, çatışma ve kolonyalizminin dışında tutarak bir refah ve huzur adasına dönüştürmekti. Yaklaşık yüz yıl başarı ile sürdürülen bu izolasyon politikası, ABD’yi dünyanın en müreffeh ülkelerinden birine dönüştürmüştü.
Birinci Dünya Savaşı’na, Alman tehlikesinden dolayı, girmek zorunda kalan ABD, 1919 Paris Barış Konferansı’ndan sonra, kısa bir süreliğine de olsa, tekrar kabuğuna çekilmişti. İkinci Dünya Savaşı’nın başlaması ile ABD bilmecburiye savaşa iştirak etmiş ve artık geri dönemeyecek şekilde, dünyanın dümenine oturmuş ve izolasyon politikasını terk etmişti.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan Milletler Cemiyeti Paktı’nı Amerika halkına kabul ettirmek için, sağlığına mal olacak kadar yoğun bir çaba gösteren, ancak başarısız olan Woodrow Wilson şöyle diyecektir:
“Amerikalılar ne kaybettiklerini acı bir şekilde tecrübe edeceklerdir. Dünya liderliği fırsatı elimize geçmişti ama biz onu kaybettik. Bunun nasıl bir trajedi olduğunu göreceğiz.”
Wilson’un bahsettiği trajedi İkinci Dünya Savaşı olarak tecelli etti. Şayet Wilson başarılı olup da ABD’yi Milletler Cemiyeti’ne üye yapabilseydi, belki de, böyle bir trajedi yaşanmayacaktı. Senato’nun Milletler Cemiyeti’ne üyeliği reddetmesinden dolayı ABD savaş öncesi siyasete geri dönmüştü.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’nin tekrar girdiği izolasyon sürecinde Almanya, İtalya ve Japonya birer agresif güç olarak ortaya çıkmış ve dünyayı kana bulamışlardı. Bütün dünya gibi ABD de ağır bir fatura ödeyerek, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yeni bir dünya düzeni kurmayı ancak başarmıştı.
Trump döneminde; ABD’nin Almanya’dan askerlerinin bir kısmını geri çekmeye başlaması, İngiltere’nin Brexit ile AB’de ayrılması, ABD’nin NATO’dan ayrılmayı tartışması, Trump’ın NATO’nun Avrupa’yı koruması karşılığında daha fazla ödeme talep etmesi ve Türkiye’nin AB’ye karşı agresif politikalarına müsamaha göstermesi gibi hadiseler, AB’yi ABD’ye olan bağımlılığını azaltmaya ve güvenliğini sağlayacak yeni araçlar araştırmaya sevk etmiştir.
Bu amaçla 25 AB üyesi ülke tarafından 2017’de PESCO (The establishment of the Permanent Structured Cooperation) adında yeni bir AB daimi savunma gücü kuruldu. NATO’nun AB’nin savunmasında zafiyet emareleri göstermesi ve AB’nin bizzat NATO üyesi bir ülkenin, Türkiye’nin, saldırısına maruz kalması PESCO’nun kuruluşunu hızlandırdığını düşünüyorum. Almanya, Fransa ve İspanya’nın yaklaşık 100 milyar Euro’ya mal olacak yeni nesil bir savaş uçağının geliştirilmesi için anlaşması, PESCO’ya verilen önemi daha da anlaşılır kılmaktadır.
Aynı zamanda NATO üyesi ülkeler olan ABD, Kanada ve Norveç’in de PESCO’ya üyelik başvurularının oybirliği ile kabul edilmiş olması, üzerinde durulması gereken bir başka konudur. Gerçi Türkiye’nin de PESCO’ya üyelik başvurusu bulunmaktadır, ama Yunanistan ve Güney Kıbrıs’ın bunu veto edeceği öngörülmektedir.
Sanırım şu soruyu sormanın zamanı gelmiştir: PESCO NATO’ya alternatif midir veya PESCO Türkiyesiz yeni NATO mudur? Ama bu müstakil bir makalenin konusu olmalıdır.
Sabık Alman Savunma Bakanı Ursula von der Leyen PESCO’nun NATO’ya alternatif olabileceğini söylemişti. Zaten PESCO kuruluş fikrinin Fransa ile birlikte Almanya tarafından pişirildiğini unutmamak gerekiyor. Binaenaleyh İtalya Savunma Bakanı Roberto Pinott, 21. Yüzyılın beraberinde getirdiği tehditlere karşı PESCO ile daha etkin biçimde mücadele etmekten söz ederken, diğer bir imzacı Güney Kıbrıs Savunma Bakanı Kristoporos Fokaides ise ülkesinin PESCO ile daha güvenli bir hale geleceğini ifade etmişti. 21. Yüzyılda Avrupa’ya Türkiye dışından açık bir tehdit yönelmediği gibi, Güney Kıbrıs’ın da kime karşı daha güvenli hale geleceği aşikardır.
Yapılan açıklamalar, savunma ve güvenlik ile beraber insiyatifin artık Kuzey Atlantik Paktı’dan PESCO’ya doğru kayma temayülünü ortaya koymaktadır. Bu durum, muhakkak ki, ABD’nin kurulu hegemonyasına büyük bir darbe anlamına gelmektedir. ABD’nin Çin ile girişmek zorunda kaldığı mücadelede, Avrupa desteğinin zayıflaması anlamına gelen bu çerçevenin müsebbibinin Türkiye, daha doğrusu Erdoğan olduğuna kimse şüphe etmiyor.
Zira Türkiye, NATO içinde Rusya ve/veya Çin’in Truva atı olarak görülüyor. Son NATO toplantısında Türkiye’nin, Lukaşenko’nun bir gazeteciyi uluslararası kamuoyu önünde gözaltına almasından dolayı, Belarus’a verilecek tepkiyi veto etmesi, ortaya çıkan endişeleri haklı çıkarmaktadır.
Türkiye’nin bu tavrı sadece Lukaşenko’ya verilen bir destek değildir. Aynı zamanda yakın gelecekte Erdoğan’ın ortaya koyacağı projeksiyonunu da ele vermektedir. Bu durum, bugün Belarus ve Lukaşenko ile uğraşmak zorunda kalan AB, ABD ve NATO’nun, yakın bir gelecekte Belarus’a dönüşmüş bir Türkiye ve ikinci bir Lukaşenko vakası ile uğraşmak zorunda kalabileceğinin de işaretlerini vermektedir.
Avrupa Erdoğan’a güvenmiyor ve yaşadığı tecrübelerden dolayı Erdoğan’ı kendi güvenliği için tehlike olarak görüyor. Biden’ın diğer NATO üyelerini, Erdoğan tehlikesinin bertaraf ettiğine inandırması, ABD ile AB arasında güven tesisinin ilk adımı olabilir. Benim beklentim ABD’nin Erdoğan’ı yeniden “Tanzimat Fermanı” gibi bir belge imzalamaya ve ilan etmeye icbar etmesidir. İkna değil icbar. KHK’ların iptali ve herkesin görevine iade edilmesi, böyle bir belgenin ilk adımı olabilir. Böylece TSK ve diğer kurumlardan tasfiye edilen Batı yanlısı kadrolar, devletin bozulan eksenini tamir edebilirler.
Trump döneminde kısmen uygulanan izolasyon politikası bir dört yıl daha ilerletilerek uygulanabilseydi, dünyada üçüncü bir dünya savaşının zemini hazırlanabilirdi. Hitler yönetimindeki Almanya’nın yerinde, Erdoğan yönetimindeki Türkiye olabilirdi. Nitekim böyle bir sürecin zeminini oluşturmak için Erdoğan çalışmalara başlamıştı bile. Erdoğan, Trump ve İngiltere’nin de yol vermesi ile 15 Temmuz’da başlayan darbeyi totaliter bir rejim ile taçlandırmayı başarmış ve en zayıf komşusu Suriye’nin topraklarını da işgale başlamıştı. Yunanistan’ın istikrarsızlaşması için Yunanistan’a göçmen akınları tertip etmek ve Yunan karasularında hak talebinde bulunmak gibi agresif bir siyaset uygulamıştı.
Erdoğan’ın Batı karşıtı faaliyetleri bunlarla sınırlı değildir. Erdoğan, kısa zaman öncesine kadar ortaklık ettiği mafya babası Sedat Peker’in ifşa ettiği gibi; uluslarası İslamcı terörü desteklemekten uyuşturucu ticaretine, kara para aklamaktan insan kaçakçılığına kadar Türkiye’yi bir haydut devlete dönüştürecek gizli ve suç olan faaliyetler manzumesini organize ederek insan hakları temelinde kurulmuş olan Batı Medeniyeti’nin temellerini sarsmaya çalışmaktadır.
Mesela herkesin beklediği, NATO toplantısında Erdoğan’ın Biden’a karşı masaya sürebileceği iki temel argümanı vardır. Her iki argüman özünde Batı Medeniyeti’nin dayandığı değerleri temelinden sarsmaya yöneliktir. ABD’nin Suriye’de Kürtlere verdiği desteğin kesilmesi ile ABD kırsalında ikamet eden Fethullah Gülen ve arkadaşlarının Türkiye’ye iade edilmesi Erdoğan’ın elindeki zayıf pazarlık araçlarıdır.
Erdoğan’ın kendi iktidarının bekası için uydurduğu terör paradigmasına ABD’nin tabi olmasını beklemektedir. Bu terör paradigmasına göre Türkiye nüfusunun en az %15’i teröristtir ve yok edilmelidir. Ona göre ABD ve AB de bu kıyıma destek olmalıdır. Batı’nın Erdoğan’ın bu arsız taleplerine meyletmesinin, her şeyden evvel “Batı” denen değerler manzumesini temelden sarsacağı muhakkaktır. Evet Erdoğan her platformda esasen Batı’nın temellerine saldırıyor.
Şimdi Erdoğan, cebinde Sedat Peker’in verdiği “eman kâğıdı” ile, “kanlı ellerinizle tarih yazıyorsunuz” diye hakaret ettiği Joe Biden ile bir masa etrafında buluşacak. Erdoğan ve Biden arasında her şeyden evvel bir değerler çatışması yaşanacaktır. Totaliter değerler ile demokratik değerler savaşı.
İyi olan kazansın, diyelim.