Anadolu’da devletin dine müdahale ettiği ve dinin devletin amaçları için yoğun olarak kullanıldığı dört önemli dönem vardır. Boğaz’da ikamet eden dört Kayser-i Rum, bu dönemlerin temsilcileridirler.
İlk Kayser-i Rum I. Theodosius’tur. Theodosius, Hıristiyanlık içindeki tartışmalara son vererek Ortodoks mezhebini devletin resmi dini ilan etmiş ve diğer inanç, din ve mezhepleri yasaklamıştı. Hatta Vaiz Arius’un “İsa Mesih’in Tanrı gibi ezeli ve ebedi olmadığı, onun dünyanın kurtarılması için Tanrı tarafından yaratıldığı ve doğuştan insan olduğu”yönündeki düşünceleri reddedilmiş ve II. İznik Konsülünde Ariusçuluk yasaklanmıştı.
Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra Batı Avrupa’da kurulan Merkezi Krallıklar Katolik Kilisesi’nin hegemonyası altına girmiş ve Kiliseye bağlı hale gelmişlerdi. Bizans İmparatorluğu’nda ise Ortodoks Kilisesi devletin resmi bir kurumu ilan edildiğinden, Kilise devlete bağlı bir kuruma dönüşmüştü. Böylece din; Bizans İmparatorluğu’nun devamının ve yayılmasının araçlarından biri olmuştu.
Osmanlı Devleti, Bizans İmparatorluğu’nun maddi ve manevi mirası üzerinde kurulmuş ve yükselmiştir. Osmanoğulları sadece Bizans topraklarını ele geçirmemiş, aynı zamanda Bizans İmparatorluğu’nun devlet felsefesini de miras alarak, uzun ömürlü bir devlet kurmaya muvaffak olmuşlardır. Kayser-i Rum unvanını da kullanan II. Mehmet, Bizans’ı ele geçirince bir “teşkilat kanunnamesi” yayınlayarak, Osmanlı Devleti’nin teşkilatını yenilemiştir. Bu yeni teşkilatta, tıpkı Bizans teşkilatında olduğu gibi, din adamları bürokratik yapı içindeki yerini almış ve Şeyhülislam alimlerin reisi sayılarak, resmi bir konum kazanmıştır. Böylece din adamları bağımsızlıklarını kaybederek devletin birer memuruna dönüşmüşlerdir.
600 yıllık Osmanlı tarihinde din devlet ilişkilerinde de her zaman homojen bir tavır sergilenmemiştir. Binaenaleyh Osmanlı Devleti’nde üç farklı aşamanın yaşandığı söyleyebilir.
Tanzimat Fermanı’na kadar olan birinci devre “din û devlet” birlikteliğini ifade eden, “din için devlet” dönemidir. Osmanlı Devleti’nde din devlet ilişkilerinin karakterini “hikmet-i hükümeti” ifadesi özetler. Buna göre Osmanlı hükümetlerinin görevi İslam’ın muhafazası ve yayılmasını sağlamaktı. Bunu sağlamak için de devlete ihtiyaç vardı. Devlet din içindir anlayışı kabul edilse bile, burada devleti önceleyen bir durum vardır. Zira devlet olmazsa din de olmayacaktır.
Tanzimat dönemi; din ve devlet bağlarının zayıfladığı ve Batı Avrupa tarzı seküler merkezi bir idarenin teşekkül ettiği ikinci devreyi oluşturur. İkinci devrede din devlet ayrılığını kabul eden ikili bir düzen kurulmuş ama bu düzen uzun ömürlü olmamıştır.
Mevzuya konu olan II. Kayser-i Rum ise II. Abdülhamit’tir. Onun devrinde ise Bizans sistemi yeniden hayata geçirilmiş ve din tekrar devletin emrine girmiştir. Abdülhamit; “İttihad-ı İslam” siyaseti ile dini değerleri devletin bekası için siyasal bir vasıta olarak araçsallaştırmıştır. Abdülhamit’in çağdaşı İslamcılara göre o, İslamcı değil, İslam’ı kendi siyasi hedefleri için kullanan bir padişahtır. Mehmet Akif, Elmalılı Hamdi ve Bediüzzaman Said Nursi gibi İslamcı düşünürlerin kanaati bu yöndedir. Mesela İslamcı düşünür Manastırlı İsmail Hakkı Efendi, Abdülhamit tahttan indirildikten sonra söyledikleri bu tepkilerin uç örneklerindendir:
“… Ne mel’un şeytan! Ortalığı yakacaktı, insan demeyecekti, ne kadar akl-ı selim ashabı varsa hepsinin vücudunu kaldıracak, sonra da istediği gibi hüküm sürsün, mezalimi eline alsın, hasılı tamamıyla istibdadı iade etsin. Fikri bu idi.”
Abdülhamit’i tahttan indiren hal fetvasına imza koyan Şeyhülislam Mehmet Ziyaeddin Efendi ve Fetva Emini Hacı Nuri Efendi genel olarak Abdülhamit’i şeriata aykırı davranmakla suçluyorlardı. İslamcıların Abdülhamit’e eleştirilerinin başında ilmiye sınıfını ihmal etmesi ve medreselerdeki eğitimin gerilemesine sebep olması gelir. İslamcıların getirdiği ikinci önemli eleştiri ise Abdülhamit’in dine ve dini hayata karşıymış gibi gösterilmesidir. Halife olduğu halde İslam dinine ihanet etmek ve din ve millete (ümmet) düşman olmakla suçlanmıştır.
Günümüzdeki İslamcıların bakışının aksine o dönemin İslamcılarının bakışı böyledir. Zaman ve mekân itibari ile bir olaydan uzaklaşanların yorumlarının gerçekliğini kaybetmesi gibi bugünden ideolojik olarak Abdülhamit’e bakanlar da onu göklere çıkarmaktadırlar. Halbuki o günü yaşayanların bakışı hakikate daha yakındır. Abdülhamit bir İslamcı değil, dini siyasi hedefleri için kullanan bir lider idi.
Uzun süren buhranlar neticesinde Osmanlı Devleti yıkılmış ve yerine Türkiye kurulmuştu. Öldü, tarihe gömüldü sanılan Kayser’in ruhu bu topraklarda gezmeye devam ediyordu halbuki. Kayser’in ruhu bu sefer ete kemiğe bürünüp Atatürk diye görünüyordu. Mustafa Kemal kurduğu yeni sitemde, devlet için dine bir rol biçmişti. Gerçi onun daha ziyade Rousseau’nun fikirlerinden etkilendiği söylenir. Ama anlaşılan Rousseau ve halefleri olan Machiavelli, Hobbes ve Montesquieuda Theodosius’un tarihi tecrübesinden etkilenmişlerdi.
Rousseau gibi düşünürler dinin toplum üzerinde etkileri ve işlevlerini değerlendirmiş ve onu devletin idaresine yardımcı olabilecek bir unsur olarak görmüşlerdi. Rousseau’ya göre vatandaşların, devlet için işlevsel ve devletin çerçevesini çizdiği bir “resmi din” sahibi olması önemlidir. Bu dinin, vatandaşlığın gereklerini sevdirmesi ve toplumsal düzeni sağlamaya yardımcı olması gerekir. Devlet herkesi bu resmi dine inanmaya zorlayabilir ve inanmayanları devletin sınırlarının dışına atabilirdi.
Rousseau’nun “İçtimai Mukavele” (The Social Contract) adlı eserinde ifade ettiği bu görüşler Atatürk’ün ve Türkiye’nin din ile ilişkisini belirleyen temel kriterler olmuştur. Atatürk’ün reform çalışmalarına Diyanet İşleri Başkanlığını kurarak başlaması manidardır. Bu reform çerçevesinde bütün tarikatlar, tekke ve zaviyeler kapatılmış ve Diyanet İşleri Reisi bütün din faaliyetlerinden ve dini kurumlardan sorumlu hale gelmiştir. Bu teşkilatın kurulmasının amacı; farklı dini yorumları engellemek olarak deklare edilmiştir.
Gerçekten Türkiye’de İslamiyet’in Hanefi mezhebi resmi din olarak benimsenmiş bu doğrultuda dini hizmetler verilmiştir. İstanbul dışında kalan Müslüman olmayan unsurlar mübadele ile Türkiye’den sürülmüştür. Karamanlı Hıristiyan Türklerin Rum denilerek Yunanistan’a sürülmesi bunun en güzel örneğidir. Ayrıca Karadeniz bölgesinde yaşayan Hıristiyanlar da sistemli bir şekilde Müslümanlaştırılmıştır. Devlet’in Dersim’de yaşayan Alevilere karşı katliamlar düzenlemesinin en temel sebebi, devletin belirlediği resmi dine uymamalarıdır. Yavuz döneminde de yapılan katliamların temelinde aynı düşünce vardır. Resmi din düşüncesi.
Kısa bir fetret döneminde sonra Theodosius’unruhu yeniden bu tekrar dolaşmaya başlamıştır. Bu ruhun son temsilcisi ise Kayser-i Rum Recep Tayyip Erdoğan’dır. O uzun yıllar dini kendi siyasi amaçları için kullandı ve kullanmaya devam ediyor. Kan ter içinde yürütüp bir noktaya getirdiği mücadelesinin sonunda kurduğu sistemin, İslam’ın öngördüğü siyaset düşüncesi ile uzaktan yakında bir ilişkisi yoktur. İslam siyaset düşüncesi temelde iki esasa dayanmaktadır. Meşveret dayalı adaleti tesis etmek. Günün sonunda meşvereti temsil eden Parlamenter sistem yıkılmış ve yerine bir çeşit “şiddetli saltanat” olan Türk Tipi Başkanlık kurulmuştur. Binaenaleyh, İslam siyaset düşüncesine göre yürütmeden bağımsız olması ve gerektiğinde yürütme organını yargılaması gereken adalet mekanizmaları Saray’a bağlanarak adalet müessesesi ağır bir darbe almıştır. Sadece bu haliyle bakılırsa bu düzenin bir çeşit saltanat olduğu ve İslam ile bir alakasının olmadığı görülecektir.
Meselenin bir diğer yönü de Erdoğan’ın, devletin resmi dinini benimseyenlere karşı göstermiş olduğu tavırdır. Devletin tavrı, devletin resmi dinini benimsemeyen ve kendi yorumlarını yaşayan Gülen Cemaati’nin soykırıma tabi tutulması ile başlamıştır. Bu soykırım, devletin resmi dinini benimseyen Diyanet İşleri Başkanlığı ile diğer cemaat ve tarikatlar tarafından desteklemişlerdir. Alparslan Kuytul’un başında olduğu cemaat de Gülen Cemaati ile aynı kaderi paylaşmıştır. Mallarına el konulmuş, vakıfları ve basın yayın kuruluşları KHK ile kapatılmış ve müntesipleri hapislere atılmıştır.
Son örnek ise Adnan Hoca diye meşhur Adnan Oktar grubuna yapılan operasyondur. Tam olarak mahiyetini bilmiyoruz ve belki de bilmeyeceğiz. Operasyonu meşrulaştırmak için devlet hazinesinden beslenen medya organlarının, Hoca’ya karşı karakter suikastı ile işe başlamaları şüpheleri beraberinde getirmektedir. Savcılığın iddia ettiği suçlar varsa elbette adil bir yargılama yapılmalıdır. Ama ilk önce mallarına el konularak ve büyük bir medya ordusu eşliğinde operasyon yapılması pek de adaletin hedeflenmediğini göstermektedir. Masumiyet karinesi sadece hukuk kitaplarının satır aralarında kalmıştır. Hakikatte ise devlet, belirlediği resmi dini yaşamayan, ekstrem ve heretik bir tavır sergileyen bir gruba operasyon düzenlemektedir. Halbuki bu grup hakkında ne düşünürseniz düşünün, kendilerine mahsus bir tarzları ile inançlarını yaşadıkları için onlara operasyon düzenlemek zulümdür.
İşte bunlar hep, boğazdaki son Kayser-i Rum’un işleridir.